Dönüşüm /FRANZ KAFKA
Bir şehir düşünün ,yaklaşık
on beş milyonluk. Yoksa on üç müydü bilmiyorum. Çok da önemli değil on üç yada
on beş olmasının. Aralarında sadece istatistiki bir fark var bu kalabalıkların.
İstatistiğin dışında kalan her şey bu kalabalıklarda türdeş. Üç aşağı beş
yukarı hemen hemen hepsi aynı günahların korkusunu yaşıyor; bu şehir denilen kalabalık nefes alınamaz
kuyuda. Hemen hepsinin yüzünde; evde,okulda,arabada,vapurda,otobüste,işte aynı usanç,aynı
asabi bir “seni her an boğazlayabilirim” bakışı,batsa da bu dünya kurtulsak
bıkkınlığı,erkeklerin yüzünde “anam beni keşke kız doğursaydı da evde
otursaydım” seçeneksizliği, kadınlarda “herif herif olsaydı da bende evde
zeytinyağlı papatya pişirseydim” isyanı, velhasıl bu şehri ; hatta iki ana karayı
birbirinden koparan boğazın suları kadar derin soğuk ve karanlık bir mutsuzluk,
tutsaklık duygusu.
Günahı vebali Freud’un olsun. İnsan, anne karnında ki gibi
huzurlu bir kıvrımla yatarken sıcacık yatağında,acı ve karmaşadan uzak; üstelik
de ilk cinsel tecrübeyi öğrendiği annesine sarılır gibi sarılmışken
eşine,sevgilisine –Allah belanı versin mi desem Freud- soğuk ölümün üvey
kardeşi, sıcacık uykusundan uyandıran gündelik hayat denilen koca tutsakhanenin
gardiyanlarının acımasız, halden anlamaz
tiz bağrışları altında adımını atar
henüz alacakaranlık sokaklara kendini.
Ağır bir uykusuzluğun oturduğu göz kapaklarını insanüstü bir çaba ile
açık tutmaya çalışan, bir yandan da kızarmış, iyice ufalmış gözlerinin
kenarındaki çapaklardan bi haber, hala yatağındaymışçasına uluorta, otuz iki
diş tekmili birden esneyen, hatta tıkış tıkış otobüsün içinde sinsi sinsi
ilerleyen yel’in kendi ürünü olduğunun farkına varmadan yüzünü ekşiten, otobüsün
her hareketinde kendini hareketin ivmesine bırakan ezdiği
ayakların,sıkıştırdığı insanların – ki sıkıştırılanlarda sıkıştırıldıklarının
farkında değillerdir-farkına varmayan,bilinçaltını,bilinçüstünü ve hatta
insanlığını henüz uyandığı sıcacık yatağında bırakmış,hayvani özgürlüğün esrikliğine teslim olmuş halde yaşayan insanların şehrinden
bahsediyorum. Ve tabi ki bu şehrin insancıklarından. Bir iki durak sonra inecek
olmasına rağmen, ayakta kalmamak için bütün fiziki,bedeni,sportif,hayvani
yeteneklerini ortaya saçarak daldığı kalabalıklara kah omuz atarak, kah
çekiştirip-ittirerek,kah tekmeleyerek nihayet oturabildiği koltuktan, bu itiş
kakıştan şikayet ederek insanlık dersinin ilk konusu olan “insan” olmanın erdemlerinden bahsedip, sonrasında
aldığı asgari ücretin bilmem kaç misli ederi olan ve on iki eşit taksitle
alınmış, üstelik ilk üç ayı ertelenmiş kredi kartı kampanyası ile ödenecek olan
“ayfon”nuna kafasını gömen “doğan görünümlü şahin” misali mutlu görünen
ama mutsuzluğunun farkında olmayan,
mutsuzluğun dibini yaşayan insan. Fabrika da tütün saran, sararken de hayal
kuran modern şehrimizin modern insanının hayalı, bir “ev”, bir “ayfon” ve bir
de “içmeyen koca” dan ibarettir. Geleneksel mi modern mi olduğuna bir türlü
karar veremediğimiz Türk aile yapısı –ki oldukça saçma bir adlandırmadır ve
aile her yerde aynı işlevi görür.-içi tüketim çağının bütün alameti
farikaları ile tıka basa dolu, dışı
sıvasız, boyasız ,harabe görünümlü bir ev ile içerisinde şiddetin, ensestin,
otoritenin kol gezdiği ama kolun kırılıp
yenin içerde kaldığı mutlu, huzurlu bir aile tablosu resmetmenin ötesinde bir
tahayyül tanımaz. Onun içindir ki önce
aile, sonra etkili ve yetkili otorite;
hayat denilen tuval üzerine
renklerin bütün canlılığı ile nakşedildiği gençlik çağında, insanları önce
askere alarak otoriteye boyun eğmeyi öğretir, sonrasın da muhtemelen hiç de
arzu etmediği bir biçimde onu “ev”lilik
denen cenderenin içinde çeşitli kredi seçenekleri ile sulandırılmış acı bir sos
ile pişirerek modern hayatın yamyamlarının sofrasına bir ömür boyu sürecek
taksitle sunar. Bu taksitli, geleceği satın alınmış yaşam; ekstrelerle, aylık
ödeme tablolarıyla; özgürlüğün, ufkun
perdelendiği, parmaklıklar arkasında süren bir yaşamdır. Burada sevinçler,
mutluluklar, geleceğe ilişkin iyi niyetli tasarılar, beklentiler,umutlar,
rüyalar,hayaller taksit taksit sizden çalınır.
Sonunda ; Oğuz Atay’ın deyimiyle “günleriniz sevgiyle isteyerek değil
de, takvimden yaprak koparır gibi bir sıkıntı ve nefretle” süren bir yaşama
dönüşür.
"bir sabah tedirgin düşlerden uyanan gregor samsa,
devcileyin bir böceğe dönüşmüş buldu kendini. bir zırh gibi sertleşmiş sırtının
üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp
bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu; bu karnın tepesinde yorgan, her
an kayıp tümüyle yere düşmeye hazır, ancak zar zor tutunabilmekteydi. vücudunun
kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü bacakçık, ne yapacaklarını
şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız çakıp sönüyordu.."
Dönüşüm, hiyerarşi ve otorite düşüncesiyle temellenen,
bu amaçla sözü edilen düşünceyi önce aile kurumu içerisinde odaklaştıran toplum
içersindeki bireyin tragedyasıdır. Gregor Samsa, "dönüştüğü" güne
değin çeşitli kölelikler içersinde yaşamış bir toplum tekidir; işyerinde
köledir; aile çevresinde köledir ve zincirleri içersinde uslu oturduğu sürece
de benimsenip sevilir. Başkaldırısı bilinçaltında başlar; bu bilinçaltı,
kendine uygun biçimi yaratır: Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesi, gerçekte
artık başkalaşmasıdır. Böceğe dönüştüğü andan başlayarak, toplumun ve
ailesinin ona ilişkin -onu tutsak kılan- beklentileri, artık sonuçsuz kalmaya
yargılıdır; böceğin iğrençliği, çizgisi sürüyle uyuşmayan bağımsız bireyin
iticiliğiyle özdeştir. Anlatıda toplumu simgeleyen aile, önceleri ümidini
yitirmez; yeni Gregor'a hareket alanı sağlayabilmek için, odasının
biraz boşaltılması gerekmektedir. Ama anne buna karşı çıkar ve ilginç olan,
karşı çıkış gerekçesidir: "Bence en iyisi, odayı eskiden nasıl idiyse
aynen öyle korumaya çalışmamızdır, böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her
şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde
kolaylaşır." Burada -sözde anne sevgisiyle- Gregor'un unutması
istenen, onun gerçek anlamda bağımsız olabildiği zaman parçasıdır; Gregor
sürüye dönebilmek için böceklikten çıkmalıdır ve sürüyle yeniden uyum
sağlayabilmesi için böcek olduğu dönemi unutmalıdır. O zaman yine annesine ve babasına
uyabilecektir; içinde yaşadığı topluma eskisi gibi "hizmet"
edebilecektir. Gregor'un yeniden "insan" olmasından artık ümit
kesildiğinde kız kardeşinin söyledikleri, bu durumu daha da
vurgular: "Buradan gitmeli... tek çare bu, baba. Ama onun Gregor
olduğu düşüncesini kafandan atman gerek. Bizim asıl felaketimiz, bunca zaman bu
düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı
eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını
çoktan anlar ve kendiliğinden çıkıp giderdi..." Kafka'nın gerçekte
hemen tüm eserlerinde var olan gülmece öğesi, burada da eksik değildir: Çünkü
burada sözü edilen "hayvan", asıl ya da olması gereken insandır!
Birey olmasını başaranlara düşman kesilen son toplumlar ve
bu toplumların en güçlü temeli olan, çocuklarının hep iyiliğini, gerçekte ise
sürekli köleliğini isteyen son aile yapıları yeryüzünden silinene değin,
Kafka'nın Dönüşüm'ü geçerliliğini ve güncelliğini koruyacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder