Yaşam Savaşı --- Aden,Arabistan / PAUL NİZAN

Yaşam… Ömür denilen o kısacık zaman dilimi zarfında kendisinin varlığını devam ettirme pahasına başka yaşamları öğütmek,ezmek ve çiğneyip sindirmek; başka yaşamların enerjisini çalmaktır.Bu yanı ile yaşam,  ömür boyunca kendi esenliği için biteviye çalmak,yok etmek,talan etmektir.Ömür boyunca yapılan bu talanın adına “yaşam savaşı” denilince savaş ganimeti başka yaşamların eksilmesi üzerine kurulur. Savaşlar ortaklıklar,ittifaklar gerektirir; yandaşlara,taraftarlara, çıkar gruplarına, aynı amaç etrafında kenetlenmiş topluluklara ihtiyaç duyar. Bu geçici ancak her daim yenilenen ittifaklar içerisinde devam ede duran yaşam savaşı, bazen çatışmalar,sinir bozucu sessiz gerginlikler ile süre giderken;  bazen de uzun sahte barış dönemleri, gelecek çarpışmalara alttan alta hazırlık dönemleri ile her daim tetik parmakta, yaydan boşalmaya hazır bir ok gibi gergin ve ileri atılmaya hazır devam etmektedir. Ancak yaşam  her daim bir savaş olarak tasarlanıp bu çizgide süre giderse; her savaşın kazananı ve kaybedeni olacağından, kaybeden açısından bu savaş, hayatının ezilmesi,çalınması ve iğdiş edilmesi ile sonuçlanacaktır. Başkalarının yaşamlarının tarumar edilmesi üzerine bina edilen yaşamlar ister istemez ömür denilen zaman çizelgesinin son kertesinde bir hesaplaşma,bir ömür muhasebesi  neticesinde önlerine konan envanter ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.Bu hesaplaşma dönemi ömrün son dönemecinin dönüldüğü uçurumun kenarındaki çukurlar,kasisler ve türlü engellerle dolu yolun stres yüklü,  karanlık bir kuytusunda artık savaşmaya takatin kalmadığı, vücudun halsiz ve bitkin olduğu bir döneme tekabül eder.  Zordur; çaldığı, uçurumun derinliklerine doğru ittiği yaşamların uçurumun karanlık derinliklerinde kendisini büyük bir sabırsızlıkla beklediğini bilir. Uçurumun nispeten aydınlık etekleri, kendisinin telef edip karanlıklara gömdüğü yaşamların son çırpınışlarının izleri ile doludur ve kendisi de artık kaçınılmaz olarak o izleri takip edip karanlıklardaki yerini alacaktır.

Ömrünün son virajında yaşamın tatlı hayhuylarından sıyrılıp, önüne yaşamın tekdüzen muhasebesi ile düzenlenmiş envanterini koyan insanın adı  aynı zamanda ömür çizgisinin son çentiğinin çizili  olduğu yerin adıdır da. Bu çizgi artık hesap kitap işlerinin sürekli ötelenip ertelendiği, göz ardı edildiği dönemin bittiği;  artık öteleme ,erteleme umudu ve imkanının kalmadığı yaşlılıktır. Yaşamın bedeli burada ufaktan ufağa ödenmeye başlanırken, bu dönem kimisi  için sadece o zaman dilimi ile sınırlı iken,  kimisi içinse sadece bir ön hesap evresi olup, asıl hesap  başka bir boyutta; hesap kaçırma,sehven yapılmış yanlışları düzeltme,bilançoyu dengeleme imkanının artık kalmadığı,rakamların yuvarlanamadığı, üç kağıtçı muhasebe oyunlarının artık işe yaramadığı, bilançonun bütün gerçekliği ve çıplaklığı ile  ömür sahibinin önüne konulduğu yer olan öte dünyada devam edecektir.

Bazıları yaşamın bedelini daha ömür denilen tek yönlü yola adımlarını attıkları anda  ödemeye başlarlar. Onlar bahtsızdırlar.Çünkü daha dünyaya adımlarını atar atmaz önlerine hesap konur ve onlar ömürleri boyunca tefecinin tezgahına düşmüş tüccar gibi yaşamın bedelini ödeye ödeye bitiremezler.

Daha yolun başında sırtlarında gayri meşru ilişki yada sonuçları kestirilememiş haz anlarının esrikliği ile hesap edilmeyen istenmeyen iğreti bir meyve olarak yüklendikleri ağır yükün altında ezilen bu bahtsızlar, bir yandan kendi irade ve istemleri dışında oluşmuş  günahların bedelini, ter edilmişlik,sokağa atılmışlık,piçlik, arkalarından yüksek sesle fısıldanan orospu çocukluğunun yükü olarak taşırlarken; bahtsızlığın filiz vermesine sonsuz imkan tanıyan  verimli topraklarının serili olduğu coğrafyanın fiziki ve sosyal imkansızlıklarının etkisi ile şekillenen sıra dışı yaşam koşullarının dayattığı,mecbur ettiği yeni günahları da sırtlarında taşımak  zorundadırlar. Yaşamlarını eksik devralmış olan bu insanların büyük bir çoğunluğu, zenginliğin parıltılı ışıltısının uzanmadığı kuytuluklarında köksüzlük,acımasızlık ve kuralsızlıkla çevrelenmiş zırhları ile ışığın ve zenginliğin  kaynağına kapkaç,talan,uyuşturucu,hırsızlık ve cinayet akınları düzenleyip yaşamlarının eksikliklerini, yaşamları tıka basa dolu zenginlik ve mutluluk ile çevrili merkezlerden tamamlamaya çalışırlar.

Zenginliğin sırça köşkleri ile çevrili merkezlerine asgari sekiz saatlik çalışma süreleri ve asgari ücretle hücum edip sonunda yine kendi izbe mekanlarına dönen  alt sınıflarla birlikte hemen hemen  ufak tefek nüans farkları  dışında aynı kaderi yaşayan bu isimsiz,namsız,yok sayılan bu topluluğun tek tesellisi ömürlerinin son virajını döndüklerinde kendi çektiklerine karşın ödül olarak verileceğine inandıkları binbir türlü yemişin, ırmakların gürül gürül aktığı dev çınarların gölgesinde göğüsleri yeni tomurcuklanmış hurilerle dolu bir cennettir.
Yaşam bu..beterin beterini yaşayan insanlar da vardır. Bu insanlar, daha çok orta ve üst sınıflardan insanlar olmakla beraber  alt sınıflardan insanlar arasında da nadiren de olsa görülen amansız bir hastalığın cehennemini yaşarlar ömürleri boyunca. Bu hastalığın adı “farkındalık hastalığıdır”. Bu hastalık sözü edilen insanların yakasını ömürleri boyunca bırakmaz;asalak bir kene gibi bütün yaşam enerjilerini emer, onarlı ömürleri boyunca halsiz,bitkin ve umutsuz bırakır.Bu insanlar yaşamın eşitsizliklerini,yaşamın netameli yönlerini görmezden gelecek bir göze, gördüklerine sırtlarını dönüp,kafalarını çevirip yollarına devam etmelerini sağlayacak bir duyusuzluğa sahip değillerdir.En küçük problemler onlar için dert kaynağıdır; düzeltilmesi gereken,tesviye edilmesi gereken topoğrafik  hatalardır. Ömürlerini bu hataları, eşitsizlikleri düzeltmek uğruna heba eden bu insanların en sık uğradıkları adres umutsuzluktur. Kendilerini umutsuzluğun ikametgahından bir türlü koparıp alamazlar. Yaşamlarının bütün evrelerini; hemen hemen ilk gençlik yıllarından başlayarak bu problemleri çözmeye hasrederler. Çocukluklarını , gençliklerini,yetişkinliklerini zamanın ruhuna uygun olarak yaşayamazlar. Sorumluluk onların yakasına yapışmış bir veba gibidir. Çoğunluğu için bu dünya da çektikleri eziyetlerin ödülü olabilecek bir cennet inancı da yoktur; onlar cehennemin daimi müşterileridir.

Paul Nizan’ da  cehennemin daimi müşterileri arasındadır. “ Yirmi yaşındayım. Kimse bana yaşamın en güzel çağı budur demesin” diyerek kendi cehennemini ifade etmiştir.Bir işçi çocuğu olarak felsefe okuyan Nizan; babasının sınıfına ihanet etmiş,burjuvazinin sofrasının hemen dibinde artırdıkları kırıntılar ile idare etmeye razı olmuş bir hain olduğunu düşünmektedir. Ona göre babasının bu ihaneti kendisini  köksüz bırakmış; kendini ne burjuvaziye nede işçi sınıfına ait hissetmiştir. Ona göre “yaşamın hakikati başaramayanların tarafında gizlidir. Ve onlar nereye gittiklerini bilmektedirler.” Oysa kendisi köksüz bir birey olarak ortada kalmıştır.  O, “ zenginlerin yaşadığı yabancılaşmayı yaşamaktadır. Çünkü yoksulları sömürenlerle suç ortağıdır kendisi”.  Yaşamını dertop edip düzenlemek ister ancak aldığı eğitim ve toplumsal izlekler onu zorlar. İkiyüzlülükle, yalanlarla dolu toplumla baş edecek gücü yoktur. O , “gerçek insanlarla” dövüşmek istemektedir. Oysa düşmanın olduğu kadar dostları da gerçek bir yüze sahip değildir. “ İnsanlar insan yaraşır şekilde yaşamamaktadır. Her şey bizi insanlardan uzaklaştırmaktadır. Vazife,aile,vatan, para ve saygınlık. Tüm bunlarla baş edecek gücü yoktur.”



Avrupa ikiyüzlülüğü,çaresizliği, insanın parçalanmışlığı karşısında;  Korkar ve kaçar. Bilgeliğin efendisi olduğuna inandığı Asya’ya yolculuk yapmaya karar verir. Arabistan’a doğru yol çıkar; daha yola çıktığında aslında yolculuğun bir envanter olduğunu anlar. Bu envanterin son sütununda “değerli tek yolculuk türü var. O da insanlara doğru yürümektir. Ama insan da kar zarar hesabının sıradan bir kalemi haline gelmişse” yapılacak tek şey insanın bütün çıplaklığı ile savaşa katılmaktır.  Yolculuktan döner ve Fransız direnişçilerine katılır. Daha otuz beş yaşındayken çatışmada hayatını noktalar.

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA