Hayat! Alacağın Olsun..

Derin bir of çekti..İçine oturmuş, bütün ağırlığı ile ruhunun çeperlerine işleyip katılaşmış yoğun sıkıntıyı,derin bir soluğun ardından hızla sökmek, ondan sonsuza dek kurtulmak, hayatının bütün ifrazatını bir seferde ruhunun dehlizlerinden söküp dışarı atmak istiyordu.Ama nafile…yılların birikimini,kirini,üst üste birikip katılaşmış pıhtısını ,prizini almış bir beton gibi sertleşmiş,donmuş sıkıntılarını atmosferin boşluğuna bırakmayı becermek bir yana, ancak sıcak, nemli ve tozlu havanın boğazının hemen girişinde biriktirdiği, nemli toz ile karışık kekremsi sarı renkli elastik bir balgamı atmayı becerebilmişti.Balgamı hızlı bir şekilde tükürüp arkasından sağlam bir küfürü  de yolladıktan sonra,kaldırım taşına yayılarak yapışmış iğrenç balgamı görünce sıkıntılarından yorgun düşmüş midesi patlamaya hazır bir volkan gibi kabarıp kaynamaya,kraterin ağzına doğru yol almaya başlayınca,ağzında hissettiği ekşimsi tat onu kendine getirmiş; derin bir nefes alarak ayaklanmış midesini olduğu gibi yerine oturtmuştu. Ne olurdu sanki boğazından balgam fışkırana kadar sıkıntıları fışkırsa da, o da derin bir rahatlama ile hayatın tadını azda olsa hissedebilse.

Sıkıntıları vardı elbet onunda herkes gibi. Belki birçoğunun yaşadığı sıkıntılarının aynısıydı; kendi sıkıntısı da. Dışarıdan bakıldığında onun sıkıntılarının, kendine dert edindiği şeylerin büyüklüğü, başkalarının yaşadıkları
karşısından önemsiz,küçük ve basit;  ve hatta şımarıklık olarak görülebilirdi. Ancak bu küçümseme bile haksızlığın,adaletsizliğin ateşini körüklemiyor muydu? Sanki hayat denilen ağır yükün taşıyıcıları olan biz insanların yük taşıma kapasiteleri,beygir güçleri aynı mıydı ki?Elbette onun yükünden daha hafif yükler altında ezilen, inleyen,yaşamın ilerisine doğru adım atmayı beceremeyenler de vardı. O da başkaları için ne kadar hafif olsa da kendi yükü altında ezildikçe eziliyor; ileri doğru hamle yapmak takatini kendinde bulamıyordu. Hem;  herkesin ileri doğru adımlar atması, hele hele toplum denilen devasa işkence tezgahının bunu dayatması, beceremeyenleri eleyip, süzgecinden geçirip uzaklara, dışarılara doğru üfleyip dağıtması ne kadar adil olabilirdi ki? Bıraksalardı da birileri de yerinde sayarak mutlu mesut bir hayat sürseydi. Bıraksalardı da birileri de çoğunluğun kendini kaptırdığı o girdabın uzağında , içinde debelenmeden o akışa kendini kaptırmadan, durgun,durağan, stabil bir hayatın keyfini kendilerince sürebilseydi. Ama toplum denilen o devasa işkence ağı için hayat;  kendi haline bırakılmayacak kadar önemli, toptan tasarlanması  gereken, ileriye doğru adım atmayı zorunlu kılan, sahiplerine zehir edilmesi gereken bir planlama sürecinin operasyon merkezinin, dışarıdan görkemli görünen ışıltılı bir gökdeleninin fotokopi odası değil miydi?

Herkes gibi  onu da aynı tekdüze hayatı yaşamaya zorlamışlardı. Gençlik yıllarında, toplumsal ağ içerisindeki görece bağımsızlığının avantajını kullanarak kendisine tasarlanan bir örnek, fotokopi yaşamlara karşı diklenmiş ve asilenmişti. Ancak düşman sabırlıydı ve hiç acelesi yoktu. Hele bir okulunu bitirseydi,hele bir askere gitseydi, üzerine bir de evlenip barklanıp eli ekmek tutmaya başlasaydı iş tamamdı. Artık  asilenecek, diklenecek  takati kalmayacak,makul insan! hayatına  çaktırmadan;  zoraki,  ama kendiliğinden adım atmış olacaktı. Planlandığı gibi de oldu.Önce geçte olsa askere gitti; sonra baskıya dayanamayıp zoraki de olsa evlenip barklandı; eli ekmek tutmaya başladığında elinden hayatı kaçırıp, ömür denilen uzun ince süreci ıska geçti. Bir süre hayatındaki değişikliğin albenisine kapılıp idare etti; ancak cicim ayları,  “kocakarı” takviminin yapraklarının hızla dökülmesi ile birlikte yerini karakışa bıraktı. Karakış önce yapraklarını döktü; sonra dallarını kırdı; buz gibi yakıcı soğuğu ile gövdesini dondurdu; artık rüzgarın insafına kalmıştı; kökleri ile toprağa sımsıkı sarılıp ayakta kalmaya,korkunç bir çatırtı ve gürültü ile toprağa doğru yüzükoyun devrilmemeye çalışıp; sessiz sedasız, fark ettirmeden gövdesinden suyun anbean  çekilmesini hissederek perdeyi karanlığa doğru açmayı becerebilmeyi istedi. Ona bile müsaade etmediler. Yaşamayı kendisine görev addetmişlerdi. Bu görevi layıkıyla tamamlamak için mücadele etmek zorundaydı. En çokta yaşamak için mücadele etmek zoruna gidiyordu. Misyonu mutlu olmak için değil mutlu etmek için yaşamak olunca tükür sündü böyle hayatın içine.


Geri döndü kaldırım taşına hışımla yapıştırdığı,katran siyahı, bok sarısı yarı saydam balgama baktı.Hayatın vıcık vıcık yapışkanlığını,çektikçe mide bulandıran sünüklüğü karşısında balgam ne kadar namuslu bir şekilde kaldırım üzerinde  boylu boyunca uzanıyordu. Derin bir nefes aldı; ayaklarını peşi sıra sürükleyerek ilerlemeye başladı. Tükürsündü böyle hayatın içine!

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA