Kadın Dünyasında Erkeğin Gölgesi

Dünyanın ruhu mutlulukla beslenir. Sebebi her ne olursa olsun; ister cinayet, ister hastalık, ister vadenin tükenişi her ölüm dünyanın ruhu üzerinde kara lekecikler oluşturur. Bu lekeciklerin üzeri,  yeni ve daha kapsayıcı mutluluklar üretip o  kara lekenini üzerini örtecek büyüklüğe erişene kadar beslenmediği müddetçe dünya; kendi ışığını yutan , içine çöküp kendini yok eden bir yıldız gibi kendi parıltısını kaybederek karanlığa teslim olur. Ölüm elbette bu dünya yaşamının geçiciliğine rağmen arzu edilen, hasretle beklenen, bir an önce vuku bulması beklenilen bir kavuşma hali değildir. Ancak yaşamın kaçınılmaz bir unsuru olmakla beraber, beklenilen bir son olsa da hüzün ve acı kaynağıdır. Bu son,  kapıya dayandığında, vade bittiğinde yaşamı vadesi gelmiş bir çek gibi arkasını imzalayarak ondan kurtulmak ve peşin çalışan esnaf rahatlığı ile ölümün koltuğuna kurulup rahatça kaykılmak, gevşemek olası karşılama seçenekleri arasında değildir. 

Evrendeki her canlı ister bitki,ister hayvan isterse insan olsun dünyanın ruhunu beslemek ve ondan ihtiyacı olduğu kadar da beslenmek zorundadır. İçgüdüsel olarak ihtiyacı kadar beslenip,besleyen canlıların aksine gerçek bir problem kaynağı olan insan, doymak bilmez iştihasının kurbanı olarak bencillikle, açgözlülükle bütün evrensel teamüllerin ötesine geçerek kendi türünün mutsuzluğuna kaynaklık eder. Açgözlülük açlıkla ilgili bir kavram değildir. Daha çok tıka basa doymuş olanların doyumsuzluğunun psikolojik bir rahatsızlığı olarak nükseden bu vaka, insanların birbirlerini acımasızca tüketmelerinin de yegane sebebidir. Açgözlülük açlıkla ilgili kaçınılmaz bir sonuç olsa idi,  bugün dünyada oluk oluk kan akmasının,doğanın ve kaynakların fütursuzca tüketilmesinin yegane sorumlusu dünyanın zengin kuzeyi değil, Afrika’nın sahra altı insanları olurdu. Yine açgözlülükle habire tüketmek mutluluk vesilesi olsaydı; dünyanın zengin kuzey ülkelerinin insanları anti-depresanların kölesi olmaz, onca açlığa, zulme, kana, cinayete şahitlik etmekte olan kara kıtanın kara bahtlı insanlarının bütün kahredici yaşam koşullarına rağmen mutlulukla çerçevelenmiş kara derilerinin altına gizlenmiş saklı hazinelerini otuz iki diş tekmili birden ışıl ışıl parıldatmaları mümkün olmazdı.

İnsan denilen et,kemik ve safradan oluşan iradi makinenin kendi olağan koşulları içerisinde raydan çıkmadan işleyebilmesinin yegane koşulu, onun sağlıklı olarak işlemesine imkan tanıyacak iki farklı türden yakıt ile deposunun her daim dolu tutulmasına bağlıdır. İnsan kolaylıkla erişilebilir,sağlıklı ve düzenli bir beslenme rejimi ile psikomotor gelişimini,  fiziksel ve psikomotor gelişimine uygun hormonal sonuçların dayattığı dönemsel evrelerin seksüel ihtiyaçlarına uygun bir cinsel erişim ile de psiko-seksüel gelişimini idame ettirmeye çalışır.Söz konusu iki yaşamsal ihtiyaca sağlıklı ve yeterli  erişimin kendisi,  bireyin ve toplumun sağlığını belirler. Dolayısı ile bireylerin cinsel ihtiyaçlarını baskı altına alıp, cinselliğin etrafına gelenek-görenekler,tabular,ahlak ve dinsel kurallardan örülü bir duvar örerek erişimi engellemek;  toplumun sağlığını korumaktan çok, toplumu sezdirmeden içten içe kemirecek, içini boşaltacak,kapalı kapılar ardında merdiven altı cinsel yaşamın kapılarını aralayacak, tenha da kuytu da, sipere yatmış fırsatçı sapkın, cinai eğilimlerin önündeki seti yıkarak, toplumun temelini dinamitleyecektir. Unutmayalım ki gerçek bir açlığın sebep olduğu tek açgözlülük, insanoğlunun cinselliğe aç olduğunda ortaya çıkanıdır.

Bir ihtiyaç olarak cinsellik, insanlık tarihi boyunca “yasak meyvedir.”  Bu “yasak meyvenin” gövdesidir ki kadın,  Lilith’in nezrinde “şeytandır”, cennetten kovulandır;  İtaat etmeyen, erkeğine asi,erojen bölgelerini örten “yaprağı kısa..

Bugün ayağımızı bastığımız bu toprak parçası bir dönem bereketin, doğanın, bolluğun  sembolü olarak kadının göğüsleri  ile erkeğin penisinin baş tacı edildiği uygarlıkların  izlerini taşımakta. Erkeğin penisinden kesilecek bir parçanın (sünnet) toprağa atılması ile bolluk bereket geleceğine inanan bir uygarlığın üzerine kurmuşuz erkek medeniyetimizi. Kadın ve erkek vücudunun simgeleri üzerinden kolektif bir medeniyet yaratan bu topraklar; bereketin sembolü olan penisin baskın bir iktidar sembolü olarak kullanılıp, kadın üzerinde bir mülkiyet tesis edene kadar devam etmiş . 

1400 yıl önce kadınları diri diri gömülmekten kurtarıp, onların haklarını teslim etmiş olduğuna inanılan bir inanışın mirasçıları olarak bu coğrafya da bugün beton,demir ve camdan inşa edilen medeniyetin modern mabetlerini inşa eden bizler, toprağa gömülmekten kurtardığımızı iddia ettiğimiz  kadınları beton bloklar içine rezidanslara, fildişi kulelere ve sitelere gömüyoruz. Sahip olduğumuz iktidarın kudretine şamil gökdelenlere mahkum ettiğimiz kadınlara, bu modern çağın tutukevleri dışında yaşam hakkı tanımıyoruz. Kadınları kendi şehevi tutkularına rezerve eden eril zihniyetimiz, kadını beklentileri,tutkuları,kaygıları ile ete kemiğe bürünmüş bir birey olarak değil, kendi şehevi arzularımızın  tatminine imkan sağlayan bir haz nesnesi,doyuncaya kadar iştahla yediğimiz ,doyduktan sonra kokusuna   tahammül edemediğimiz, bir sonraki açlık nöbetine kadar özenle muhafaza ettiğimiz bir yemek olarak görüyoruz. İşte tamda bu yüzden kadına sadece aç olduğuz  zaman değer verip, doyduğumuzda sırtımızı dönüp; kadını,iyi muhafaza edilmediğinde bozulacak bir yemek gibi günlük hayattan uzak, her türlü temastan ari, çabucak mikrop kapıp ailenin sağlığını bozmaya teşne risk oranı yüksek bir gıda, bozulduğunda derhal çöpe atılıp imha edilecek bir risk kaynağı olarak görüyoruz. Hele hele  çizdiğimiz sınırların dışına çıkan her kadına “fast food” muamelesi yapıp, onları tüketiyor, imha ediyor, iktidarımızın azı dişleri arasında acımasızca öğütüyoruz.

Eril hastalıklı tahayyüllerimizin ne kadar bencil,korkunç ve kriminal olduğunu en iyi bilen bir tür olarak, bu tahayyüllerimizin görüş alanına girecek her kadını daha en baştan başına geleceklere rıza göstermiş bir suçlu olarak ilan etmekte beis görmediğimiz için, ister mini etekli,ister türbanlı isterse çarşaflı olsun bu sınırı ihlal edip görüş alanımıza giren kadını hafif meşrep zihin dünyamızda kolayca mahkum ediyoruz. Kendilerine güya emanet ettiğimiz o sınırın etrafını ahlak, haysiyet ve namus ile teşekkül edilmiş mayınlı bir bölge ile techiz ederek tahkimatı din ile güçlendirip, sağlamlaştırıyoruz. Etrafını namus, ahlak ve din çeperi ile sağlamca tahkim ettiğimiz çiftliklerde toprağı istediğimiz gibi özgürce sürebileceğimize, meyvenin ne zaman olgunlaşıp şehevi iştahımıza uygun olgunluğa geleceğine dair fetvalar veriyoruz. Kendi erkek cennetimizin cehennemi koşullarına aldırmadan kadının cennetini onların ayaklarının altına gizlemekteki üstün maharetimizi de kullanarak ikiyüzlülüğümüzü kutsal annelik fragmanı ile tanıtımı yapılmış, “emanetçi” erkek pespayeliği altında gizliyoruz. Kuzuyu kurda emanet eden ikiyüzlü sahtekârlığımız yetmezmiş gibi, emanete hıyanet etmenin sadece basit bir ayıplanma ile geçiştirilen cezasızlığının arkasına sığınarak timsah gözyaşları eşliğinde soylu adaletin kapısını ağlama duvarına çeviriyoruz.


 Üzerinden kadınlara kutsiyet atfettiğimiz dindarlığımızda bile kadını, tekeri patladığında tamir edip yola devam etmesini sağlayacak, işi bittiğinde bagajın karanlık derinliğine bir sonraki ihtiyaca kadar atıp unuttuğumuz kriko gibi erkek dünyamızın olağan akışını kazasız belasız tamamlamasını sağlayan basit bir araç olarak görüyoruz. Hep bir adım geride tuttuğumuz kadını ancak erkek soylu dünyamızın devamlılığını sağlayacak veliaht prenslerin anası, muktedir saraylarımızın şikâyet etmeyen hizmetkârları olduklarında cennet bahşediyoruz onlara. Sırtlarına yüklediğimiz günahların ağırlığının içerik ve oransal olarak fazlalığına rağmen;  ne ibadetlerimizde ne de ibadethanelerimizde onlara bu oransal yükün hafifletilmesine dönük manevi imkanlardan aynı oranda faydalanacak olanaklardan men ediyoruz onları.  İbadethanelerimizin kuytu, bakımsız ve kasvetli kısımlarında onlara ayırdığımız alan, dini etkinlik ve davetlerimizde sadece erkekleri hedef alan kampanyalarımızla onları yok sayan anlayış, aslında tümden kadınları görmezden gelen, onları yaşamın sadece dar bir alanına hapsedip yok sayan bir anlayışın utangaç günah çıkarmaları olarak karşımızda arzı endam ediyor.

Dünya herkes için vardır. Dünya üzerindeki her şeyin insan için olduğuna inanan bencil zihniyet, doğayı;  kendisi dışındaki her canlı ve cansız varlığı, ağacı, kuşu, suyu, havayı inanılmaz bir bencillikle talan edip tüketerek mutlu olacağı yanılsaması içinde yaşama daha sıkı tutunabileceğini zannediyor. Oysa insanı yaşama bağlayan şey sadece ve sadece mutluluktur. Mutluluğu satın alamazsınız, mutluluğu çalabilirsiniz belki ama bu size mutluluktan çok mutsuzluk olarak geri döner; mutluluğu ancak paylaşabilirsiniz.


Dünya herkes için vardır. Dünya sadece erkek için değil aynı zamanda kadın içinde olduğu kadar, üzerinde iz bırakan,yaşayan bütün canlılar için de vardır. Dünyanın mutluluğu bütün bu canlıları baskı altına alarak değil yaşamın bütün çeşitliliğinin özgürce kendi yatağında doğal olarak akmasına bağlıdır.  Mutluluk kendi yatağında özgürce akan yaşamın kulağımıza fısıldadığı huzurun ta kendisidir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA