Özür...Binlerce defa...
Yaralar vardır; yaralar ve yaralılar. Acı veren,ciğerlerimizi söken,başımızı ufka doğru kaldırıp ilerlememizi engelleyen,hep arkamıza bakmamıza sebep olan,ne kadar kulaklarımızı tıkasak da feryatları her daim peşimizi bırakmayan,rüyalarımıza sızan, ekmeğimize bulaşıp tuzlu,acı bir tat veren, gözlerimizi kapadığımızda bir yolunu bulup bilincimizin perdesinde tekrar sahne alan acılar.
Ve tabi ki bir de kurbanlar vardır. İnsanlık dışı, tahayyül
ötesi, soğuk,kansız,acımasız,nefret dolu,rakamlara,istatistiklere, formüllere,
harekat planlarına, milli çıkarlarımızın iştahası doymaz tanrılarına kurban
verdiğimiz yaralılar ve kurbanlar. Irmak kenarlarında,dağ başlarında, ıssız
kavurucu çöllerde,dağ yamaçlarında, kasaba merkezlerinde, köylerde,şehrin
göbeğinde,mecliste, mebusan da ,payitahtta , ittihat yolunda,terakkinin
merkezinde ölüme, milli çıkarlarımızın iştahasına amade ölüm sofralarına
rezerve edilmiş; kimi yaşlı, kimi terütaze sütten yeni kesilmiş, kimisi rezerve
edilmiş kan sofrasında gözlerini açmış, ana sütünün ılık şefkatini dudaklarında
henüz tatma imkanı bulamamış; kimi kadın,kimi erkek, kimi henüz çiçek açmış
genç bir kız, kimi bir fidan bir yağız delikanlı,kimi doktor,kimi muharrir,kimi
tüccar,kimi köylü,kimi eşraf,kimi esnaf, kimi dindar, kimi dinsiz,kimi
masum,kimi gaddar,kimi aşık,kimi maşuk,kimi şişman, kimi zayıf bir buçuk
porsiyon hasılı hepsi insan,hepsi
adem; kimi yağma uğruna,kimi servet
uğruna,kimi vatan uğruna, kimi din uğruna, kimi cennetten çevireceği bir parsel
uğruna, kimi kapatacağı genç bir terütazenin teninin şehevi zevkleri uğruna,
kimi sadece kanla beslenen köpeksi,leşcil benliğini besleme uğruna bir tesbih
tanesi gibi dizilip köklerinden koparılmış,dalları budanmış,aç,susuz,yorgun,tanrının
insafının, vicdanın gözlerinin ulaşmadığı puslu alacakaranlık yollarda tek tek
koparılıp,yol kenarlarına,uçurumlara,akbabaların,yabani hayvanatın günlük iaşesine
kurban edilerek,erimiş,eritilmiş; bütün anılar,aşklar,
sevgiler,akrabalıklar,akranlıklar,rüyalar,sevgi dolu çocuklar, merhamet kaynağı
analar,ailesinin üzerine titreyen babalar,hayatın son sahifesini çoluğu
çucuğu,torunu torbası ile çevirmeye niyetlenmiş nineler,dedeler,ananeler; soluk siyah beyaz fotoğraflar, şifreli telgraflar,
tarih ve sayılı resmi makama ithafen yazılmış raporlar, tutanaklar arasında tozlu raflara kaldırılıp, arşiv
denilen tarihin aydınlatılmayı bekleyen çekmeceleri arasında hatırlanmak,
geçmiş ve artık göçmüşte olsalar haklarında bir çift de olsa insaf, özür ve
merhamet barındıran kelam sarf etmek yerine, nefreti tazelemek, yaraya tuz
basmak,yaranın kabuğunu kaldırıp tekrar kanatmak için bulunmaz bir kötülük
araçları, açık oturumlarda kürsü işgal etmiş akademik titre sahip akbabalar
için bir atıf kaynağı,kan ve zulümle yazılmış tarihin sofrasında tarihçi sıfatı
ile bağdaş kurmuş kundakçı,bardakçı takımına lafazanlıkları ve kötücüllüklerine
meze haline getirilmiştir.
Büyük, çok büyük
acılar vardır; tarihin sırtlayıp taşıyamadığı, onun belini büken. Büyük acılar
üzerine bina edilmiş büyük ülkeler, büyük milletler, büyük aileler, büyük ekonomiler, büyük
zenginlikler, büyük hanlar, büyük hamamlar, büyük saraylar, büyük fabrikalar, büyük
camiler, büyük milli birlik ve beraberlikler, büyük milli benlikler, büyük bayraklar,
büyük armalar, büyük flamalar ve belki
de büyük mutluluklar vardır. Bütün bu gasp edilmiş büyüklüklerin üzerindeki
sahte perdeyi hafifçe araladığınızda aslında büyükler içerisinde en büyüğün
aslında büyük korkular olduğunu görürsünüz. Bir sürü büyüklüklerin yanında ona
eşlik eden kocaman bir milli paronaya görürsünüz. Bütün bu büyüklüklere eşlik
eden şaşaya eşlik eden, kurbanlardan devraldıkları güvercin tedirginliğini hep
hissedersiniz. Ancak kurbanın güvercin
tedirginliği avcı da “ava giderken avlanırım” tedirginliğine dönüşür. Bu
tedirginlik bazen bölünme korkusu, bazen memleket elden gidiyor korkusu olarak
sahne alır; ancak o büyüklük sahnesini hiçbir zaman terk etmez. Çünkü kılıç,
boynu olanın boynunu keser.
Tarih, dünün karanlığını bugüne taşımak için
yazılmaz,yazılmamalıdır da. Tarih, acıların üzerini örtmek, onu yok saymak, onu
değersizleştirmek için de yazılmamalıdır; tarih acılarla yüzleşmek, yeni
acılara mahal vermemek için yazılmalıdır. Tarih acılara alışmak için değil, bir
şeyleri değiştirmek için ama önce acılardan başlanacak bir değişim için vardır.
Tarihin bütün mazlum kurbanlarından özellikle de mazlumun boynuna değen kılıcın
ucuna öyle ya da böyle al atmış bir adem soyunun üyesi olarak özür dilemek
hepimizin boyun borcudur.
Çünkü; insanlığın amentüsünün, Tevfik Fikret’in şiirinde yazıldığı gibi olmasına inanınca
dünya herkes için cennet olacaktır.
“yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim,
ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.
şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
dünya dönecek cennete insanla, inandım.”