Devletimiz Vatandaşını Kılıçdaroğlu'ndan Korumuştur!



“Ben devletin gücünden değil fitnesinden korkarım demiş.” Birinci Meclis’in muhalif Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş. Ne yazık ki daha kurulmadan önce “fitneyi”, “pusuyu”, “linçi” temel politik enstrüman olarak kullanmaya başlamış devlet. “Çocuk yedisinde ne ise yetmişinde de odur” atasözünü doğrularcasına devlet, daha doğmadan önce kullandığı söz konusu enstrümanları bugün bile o kadar hoyratça kullanmaktadır ki korkmamak, çekinmemek mümkün değil.

Cumhuriyetin seçkinleri her ne kadar kendilerini Osmanlının devamı olarak görmeseler de, Osmanlıdan devraldıkları “fitne”, “pusu”, “linç” kültürü söz konusu olduğunda bu geleneğin taşıyıcısı ve aynı zamanda sadık bir uygulayıcısı olmaktan beis duymamaktadırlar.

Çetin Altan, “Türkiye’de hiçbir zaman düello geleneği olmadı; beylik deyimle bizim kültürümüzde, sadece pusu geleneği vardı….” der. Yine Çetin Altan kendisine karşı kurulan bir pusunun sahipleri sorulduğunda, işin merkezinde kimin olduğunu şu anekdotla anlatır; ‘Bektaşi babasına sormuşlar: “ Baba erenler neden Batı’nın geleneklerinde düello, bizim geleneklerimizde pusu var?” Baba erenler “Çünkü” demiş; “Bizde Allah korkusu var. Katil cinayetini işlerken Allah’ın görmesini istemediğinden yatıyor pusuya…”

Milli Mücadele yıllarında mücadeleye bizzat Anadolu'dan katkı sunmak için Mustafa Kemal ile görüşen, yazışan Mustafa Suphi; kesin olmamakla birlikte ya izinli ya da çağrılı olarak Ankara’ya gitmeye karar verir. Mustafa Suphi , karısı, TKP Merkez Heyet Üyeleri yeni Sovyet sefirinin kafilesi ile yola çıkarlar. Daha Kars’a girişlerinin akabinde bir takım tedhiş olayları ile karşılaşan heyet biran önce Ankara’ya ulaşmak için Erzurum’a hareket eder. Ancak Erzurum'da da benzer benzer provokasyonlara maruz kalırlar ve Erzurum’a sokulmazlar. Bunun üzerine Trabzon’a giden M. Suphi ve arkadaşları Trabzon'da da benzer bir tablo ile karşı karşıya kalınca Bakü'ye dönmeye karar verirler. Trabzon'da ki Sovyet konsolosu, M.Suphi ve arkadaşlarını sağ salim önce motorla Batum'a oradan da Bakü dönmelerini sağlamaya çalışır. Bu çaba sonrasında , kayıkçılar kahyası Yahya’nın verdiği bir motorla M.Suphi, karısı ve on dört arkadaşı yola çıkar. Fakat hemen arkalarından kalkan başka bir motorla onları takip eden

kahya Yahya ve adamları, geceye doğru onları Sürmene açıklarında yakalar ve hepsini öldürerek denize atar. Ahmet Cevdet Emre’nin anılarına göre Yahya, Suphi’nin karısını bir süre kendisine kapatma yapar,onu bir takım eğlence mekanlarında zorla çalıştırır.Kahya Yahya, M.Suphi ve beraberindeki heyetin elinde bulunan, Milli Mücadeleye katkı amacı ile beraberinde getirmiş oldukları otuz bin Rus ve Osmanlı altınını ve birçok mücevheratı Müdafai Hukuk namına alır görünerek daha sonra kendi nam ve hesabına el koyar. Tarihi belgelerde özellikle Kazım Karabekir'in anılarını yayınladığı kitaplarda, yayınladığı telgraf metinlerinde gerek Milli Mücadele kadrolarının gerekse ve özellikle Kazım Karabekir'in olayın her anından haberdar olduğu ve el altından bir takım İttihatçı kalıntılarına bu işi havale ettiği anlaşılır.


Ali Kemal, sürekli savaşların ve yenilgilerin acıları ve bunalımları içinde umutsuzluğa kapılmış bir gazetecidir.Bugünün tabiri ile sıkı bir liberaldir. En başından beri İttihat ve Terakkiye karşı belki de bir saplantı halini almış muhalefeti sebebi ile kurtuluşun savaş ve çatışma ile değil siyaset ile çözümlenmesini istemektedir. Bu sebeple Kurtuluş hareketlerine karşı çıkıp muhalefetinin ölçüsünü bazen hakaret ve aşağılamaya kadar vardırır. Kurtuluş Savaşı başarılı olunca da “Ben Türk milletinin bu kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu olduğunu bilmiyordum. Türk milletini tanımamışım” der. Kuvayi Milliye ve kurtuluş hareketine muhalefeti ile bilinen Ali Kemal, diğer muhaliflerin kaçmasına rağmen ve istemesi halinde kaçabilecekken hiçbir zaman kaçmayı düşünmemiştir. Beyoğlu’nda bir berberde derdest edilip kaçırılır. Ankara’ya götürülecektir, ancak İzmit’te bindirildiği motor arıza yapar ve trenle gitmek için Merkez Komutanlığına götürülür. Komutan Sakallı Nurettin Paşa’dır. Sakallı Nurettin Paşa emrindeki askere “Şimdi sokaktan birkaç yüz kişi bulup Büyük Kapı’nın önünde toplayacaksın. Bunlar kapıdan çıkarken Ali Kemal’i linç etsinler.. Öldürsünler!...” der. Ali Kemal taşlanarak öldürülür, cesedi sokaklarda sürüklenerek tanınmaz hale getirilir.


Sakallı Nurettin Paşa’nın İzmir’in yakılmasının da faili olduğuna da inanılır. Türk ordusunun İzmir’e girişinin ve İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasının hemen sonrasında Ermeni mahallesinde başlayan -başlatılan- yangın, ne hikmetse Yahudi ve Türk mahallelerini etkilememiştir. Yangın üç gün boyunca devam eder, itfaiyenin hortumları kesildiğinden müdahale edilemez.


Yangın sonrasında Sakallı Paşa’yı ziyaret eden Amerikalı konsolos, Hristiyanlara evlerine dönme izni isteyince, “Nereye dönecekler? Bizim evlerimize mi? Yoksa yeniden kent mi inşa edecekler?” diye sormuş. Sonrasında, “Pire’de elliden fazla gemi var. Yunan ve diğer ülkelere ait ticaret gemileri. Alınız hepsini gitsinler” demiştir.


Ve Sabahattin Ali…2019 Türkiyesi için bile uçta ve aşırı görülen Marx, Engels, Kautsky, Lenin, Bernstein, Rosa Luxemburg gibi kişilerin görüşleri ile Almanya’da tanışan Sabahattin Ali, elbetteki 1930’lar Türkiyesi için oldukça çok uçta ve çok aşırı bir gençtir. Aydın’da öğrencilerin kafasını tehlikeli düşüncelerle karıştırdığı gerekçesiyle tutuklanır. Sonra Konya’ya atanır. O sırada Konya’da yaşayan ve günümüzde büyük tarihçi namı ile anılan Cemal Kutay ve Emin Soysal’ın ihbarı tekrar tutuklanır. Tan Gazetesinin basılması, Aziz Nesin ile Marko Paşa derken derken hakkındaki kesinleşmiş ceza kararları artar. Kısaca, işsiz, özgürlüğü her an elinden alınabilecek, eli ayağı bağlanmak üzere olan bir insandır. Son çare yurt dışına gitmektir. Ancak pasaport alması olanaksızdır. Kamyonculuğa başlar; önce Urfa’ya gider, oradan bir çıkış yolu aramaktadır. Sonra Edirne’ye peynir yüklemeye gider kamyonla. Oradan yurt dışına çıkmayı deneyecektir. Ancak yanına şoför muavini olarak Ali Ertekin adında, silah kaçakçılığı gerekçesi ile ordudan atılmış, sonradan Emniyetle ilişkisi olduğu ortaya çıkan aynı zamanda insan kaçakçılığı yapan Yugoslav göçmeni birini alır.


Ali Ertekin olay ortaya çıktıktan sonra verdiği ifade de “….bu sırada Sabahattin Ali’nin Marko Paşa Gazetesinin sahibi olduğunu, Bulgaristan’a geçerek oradan da Moskova’ya geçeceğini öğrendiğini….Bu durumda milli hislerinin galeyana geldiğini ve elindeki sopa ile kitap okumakta olan Sabahattin Ali’nin kafasının sol tarafından yüzüne doğru şiddetle vurduğunu…..” söyleyerek, devamında “….suratı, gözlüğü, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı şiddetle bir kez daha vurdum..Ağzından burnundan kanlar boşandı.Dikkat ettim hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.” Diyerek devam eder. Tarih 2 Nisan 1948’dir. Sabahattin Ali kitap okurken öldürülmüş, öldüğü yerde, dere kenarında öylece bırakılmıştır.


Bütün bunları niye mi anlattım? Elbette ki Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta maruz kaldığı linç girişimini anlamak için. Tezer Özlü, 1 Mayıs 1977’den sonra arkadaşı Leyla Erbil’e yazdığı söz ile ne güzel anlatır ahvalimizi; “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diyerek. Sakın fail olarak yüzde elinin Reis-i Cumhur’u Erdoğan’ı, onun her türlü dolduruşa gelen kullanışlı silahı Soylu’yu ve diğerlerini görmeyin. Hani “coğrafya kaderdir” diye bir söz var ya ben o söze “gelenek kaderdir” diye bir ek yapmak istiyorum. Kılıçdaroğlu’nun maruz kaldığı linç girişimi “devlet geleneğinin” alışılmış, kanıksanmış sıradan tezahürlerinden biridir ki muhalif, sosyalist ve özellikle Kürt siyasetçiler üzerinde demoklesin kılıcı gibi her daim sallanmaktadır. Dolayısı ile devlet geleneğinin “makbulünün” sınırları içerisinde kalmaya özen gösteren, ilkesel bir tavır almayan her mücadele yöntemi bu geleneğin duvarını tahkim etmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA