Depremin üzerinden
altmış gün geçti. Herkes, depremin ilk üç günü boyunca devletin hiçbir şekilde
ortalıkta görünmediği konusunda hemfikir. Bu gecikme, sıklıkla dile getirilen tek adam
rejiminin acziyetinden mi, inisiyatif eksikliğinden mi, paranoyalarından mı
(askeri müdahale) kaynaklanmıştır; Yoksa; Afad, Kızılay ve iştiraklerinin, İHH
ve benzeri diğer İslami yardım şirketlerinin de katılımıyla oluşturulmaya
çalışılan ‘Felaket Ekonomisi Kompleksini’ enkazın üzerinde inşa etme isteğinden
mi?
Felakete müdahale
araçlarının ‘kamunun’ elinden alınması, bu gücün zayıflatılması ve nihayetinde
‘kamunun’ felaketi karşılama gücünün şirketleştirilmesi ve ‘afete müdahale’
alanının sonuna kadar ‘kâr’ getirici bir fırsat olarak değerlendirilmesinin
olumsuz sonuçlarını 2021 Temmuz ayında yaşanan büyük orman yangınlarında da gördük.
Orman Genel Müdürlüğünün yangına müdahale altyapısının tahrip edilerek taşere
edilmesi, THK uçaklarının müdahaleden men edilmesi; hem yangın esnasında
müdahalenin hem de yangın sonrası ‘ temizleme’ faaliyetlerinin, rantta açılan
ormanlık alanlarla birlikte nasıl bir
‘kâr’ kapısı olarak görüldüğüne şahit olduk.
Naomi Klein, “felaket
olaylarının ardından kamu alanını hedef alan, ayrıca felaketleri ‘heyecan
verici piyasa fırsatları’ olarak gören örgütlü saldırıları ‘felaket
kapitalizmi’” diye nitelendirir.
Felaket kapitalizmi,
sadece büyük şirketlerin küçükleri yuttuğu, güçlü olanın zayıf olanı derdest
ettiği ekonomik krizleri, savaşları, küresel çatışmaları değil; büyük doğal
afetleri ve o afetlerin yarattığı yıkımı da ‘heyecan verici piyasa fırsatları’
arasında görür.
2004 yılında Tsunami dalgası Sri Lanka’yı
vurmadan önce balıkçılık yapan kıyı bölgesindeki köyler temizlenerek turizme
açılmak istenmekteydi. Tsunami, bu bölgeleri vurduğunda bölgeyi terk etmek
zorunda kalan köylüler, geri döndüklerinde karşılarında polisi bulacaklardı;
Sahilde ev olmayacaktı, her şey en yüksek su seviyesinin gerisinde inşa
edilecekti.Ancak oralarda da yer yoktu,bütün sahiller köylülere yasaklanmıştı.
Sözde yeni bir tsunami vurgununun önüne geçmek için alınan bu tedbirler ne
hikmetse turizm endüstrisi için uygulanmıyordu. Daha önce balıkçıların yaşadığı
yerlere oteller inşa ediliyor ve hükümet bunu teşvik ediyordu üstelik.
Aynı süreç
Maldivler’de de işliyordu. Tsunaminin vurduğu adalardan yerliler ‘yerleşim
açısından uygun ve güvenli olmadığı’ gerekçesi ile ıssız adalara kovulurken,
deniz seviyesine yakın ‘ güvenli olmayan’
yerlere oteller inşa ediliyordu.
Katrina Kasıgası’nın
vurduğu New Orleans’ta da ‘heyecan verici piyasa fırsatları’ ortaya çıkmıştı.
Kasırga bölgesinin güvenliği, prefabrik konutların yapımı ihale yapılmadan
taşere edilmişti. Enkaz kaldırma işi verilen şirketin, envanterinde tek bir
tane damperli kamyon yoktu ve bütün işi taşerona devretmişti. Kasırga bunun
yanında keşfedilmemiş kazanç kapıları yaratmıştı. Evlerden ve sokaklardan ceset
toplama işi yine hükümetin seçim kampanyasına en büyük bağışı yapan bir şirkete
verildi. Gönüllülerin ceset toplama ve defin işine karışmaları, ceset başına
12,5 dolar alan şirketin ticari malı olan alana tecavüz olarak değerlendirildiğinden
yasaklanmıştı.
Her ülke ve her
felaket kendi şartlarına özgü ‘piyasa fırsatları’ sunar felaket
kapitalistlerine. Bizim gibi ‘kum, çakıl, çimento’ cumhuriyetlerinde kaderin
tecellisi olan afet ve sonrası oluşan yıkım;
‘piyasa fırsatlarını’ gören müteahhitlerimiz açısından ‘Allah’ın bir
lütfü’ olarak görülür. Kurtarma çalışmalarında görmediğimiz mahirane bir hızla
enkazlar kaldırılır, beton demirlerinden sıyrılınır, ekonomik değeri olamayan
beton insan kalıntılarıyla karıştırılarak uzaklaştırılır. Bu işi kim, hangi
şartlarda, kaç paraya yapar bilmeyiz, ihale edilip edilmediğini de bilmeyiz,
yangından mal kaçırılır gibi yaparlar; çünkü depremin şokunu atar atmaz
toplumun bunları soracağını bilirler. O yüzden toplum o şoktan çıkana kadar
‘malı götüren, götürenedir.’
Tıpkı Sri Lanka ve
benzeri örneklerde de olduğu gibi depremin yıktığı şehirlerin merkezlerinde
‘ekonomik değer’ taşıyan alanların yerleşime elverişsizlikleri öne
sürülerek ‘riskli alan edilmesi’,
sonrasında mülksüzleştirilip, insansızlaştırılması örneğinin Antakya’nın tarihi
kent merkezinde uygulanması, ‘piyasa fırsatlarının’ kokusunu alan felaket
kapitalistlerinin hassas burunlarına özeldir. Belli ki mülksüzleştirilip, otel,
turizm ve ticaret alanlarına dönüştürmeye dönük bu özel uygulamalara daha çok
şahit olacağız.
Biz sıradan
yurttaşlar, Afad, Kızılay gibi
kurumların büyük felaketlere hazır olabilmek için konserve, su ve çadır stoku
yaptığını zannederdik. Ancak, Kızılay’ın çadır ve konserve sattığını; Afad’ın
yardıma gelen vinçleri, iş makinelerini şehir dışında beklettiğini görünce
anladık; bu kurumların aslında ‘serbest piyasa düşüncesini’ stok ettiklerini.
Deprem bölgesine
madencilerin bile bin bir rica ile nakledildiği düşünüldüğünde; İslami Yardım
Şirketlerinin devlet himayesinde insanların gözüne gözüne sokulması, enkazdan
canlı çıkarmaya ramak kala gönüllülerin, STK’ların emeklerinin üzerine
çökülmesine imkân tanınması elbette bir proje mantığının dışavurumudur.
İslami Yardım Kuruluşları, kamunun felaketleri
karşılama gücünün devredildiği, aynı zamanda devletin nakdi ve ayni
imkânlarının cömertçe aktarıldığı, yurtiçi ve yurtdışındaki şubeleri,
organizasyon yapıları ile adeta bir holding görünümünde. Bu yüzden, en azından
sadece bağışlarla ayakta kalanları dışarıda tuttuğumuzda bunları ‘şirket’
olarak adlandırmak haksızlık olmasa gerek. Bu ‘yardım şirketlerinin’
tarikat-cemaat yapılarının kolları olarak faaliyette bulunduğu; inşaat
şirketleri, ticarethaneleri, hastaneleri, aşevleri, atölyeleri ile
düşünüldüğünde felaketi karşılamaya aday taşeron bir şirket görünümü verdiği
gözden kaçmayacaktır.
Deprem bölgesinde;
gönüllülerin, Tabip Odalarının, Eczacılar Odasının, İBB’nin, ABB’nin,
Halkevlerinin, TÖP’ün, TİP’in ve hatta AHBAP’in görünür olmasına, yardıma
ihtiyaç duyan insanlara temas etmesine engel olmaya çalışmanın sadece politik
saiklerden kaynaklanmadığını; asıl kaygının ‘münhasır bir ekonomik alan’ olarak
görülen deprem bölgesinin dayanışmacı ‘grupların’ tecavüzlerinden koruyarak,
İslami yardım kuruluşu, İslami vakıf-dernek görünümlü şirketlere terk edilmesi
olduğunu görürüz.
Muhtemeldir ki bundan
sonra ‘münhasır bir ekonomik alan’ olarak ilan edilecek felaket bölgelerinde; felaketzedelerin
yiyeyecek ihtiyacı ‘bitmeyen çorbası’ ile meşhur Menzil grubu iştiraki
tarafından; arama-kurtarma işleri İHH A.Ş tarafından; psikolojik rehberlik ve
danışmanlık işi ile ceset toplama ve defin işleri Diyanet Vakfının iştirakleri
tarafından, çadırlar Kızılay’ın Çadır-Tekstil A.Ş’si tarafından,
inşaat-hafriyat ve yeniden ihya işleri her köşe başında bulabileceğiniz
müteahhitler tarafından, finansmanı ise bizler tarafından karşılanacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder