İsimsiz Hikayeler- Yerevan

 

Bilmeyen fakat bilmediğini bilen çocuktur; ona öğretin.

Bilen fakat bildiğini bilmeyen uykudadır; onu uyandırın.

Bilmeyen fakat bilmediğini de bilmeyen aptaldır; ondan sakının.


                                                                                              Kung-Fu-Tzu

 

Büyük gündü bugün.  Hiç alışık olmadığı halde bu sabah daha karga bokunu yemeden ayaklanmıştı. Gün daha henüz ışıyor, gün ışığı çatıların oluğundan, pencerelerin denizliğinden, binaların sövelerinden henüz akmaya başlıyordu. Araladığı perdeyi hızla,alelacele kapattı; gri kül rengi gökyüzü biri birden pimapen pencerenin çift camından sızıp içeri dolacakmış gibi korkup tedirgin oldu.Derin bir nefes çekti, sigaranın doldurduğu gırtlağından çocukken üflediği düdüklerin çıkardığı sese benzer bir hırıltı geldi.Önemli bir konuşmaya başlayacak olanların yaptığı gibi kesik kesik, aralıklarla boğazını temizlemeye çalıştı. Hava nasıl olursa olsun önemli olan onun havasıydı. Varsın hava kül grisi olsundu, varsın ufak ufak yağan yağmurun taşıdığı insanın etine yapışacak soğuk rutubet, pimapenin çift camının dışında pusuya yatmış, sokağa çıkacak avını kolluyor olsundu.

Güldü, kendi kendine; “Yağdı yağmur, çaktı şimşek, sende mi...” diye devam edecekken durdu, zınk! diye. İrkildi, durup dururken; “Neydi lan onlar?”  Hay Allah unutmuştu yine, bir türlü ezberinde tutamıyordu. Halbusi, mütemmim cüzü idi çıkacağı yolun. Ama heyhat  “alışmadık götte donun durmadığı” gibi aklında durmuyordu bu ‘cüzler’. Onun mahallesinde böyle şeylere yer yoktu ondandı bu zorlanışı, ama artık mahallesini değiştirmek üzere çıktığı yolda eskileri döke döke bitirmesi gerekirdi, tıpkı tünel kazan mahkûmun cebine doldurduğu toprağı lavaboda yavaş yavaş eritip yok etmesi gibi, göze fazla batmadan.

İçinden, “ezan,bayrak, kuran” diye sayarken sağ elinin baş parmağının gayri ihtiyari avucunun içine doğru kayıp kalan dört parmağını planyadan geçmiş tahta keskinliğinde dümdüz tuttuğunu fark etti.Güldü kendi kendine; “İlahi Rabia!”, “tek devlet, tek bayrak,tek dil.” Gerisi kolaydı, bundan sonra her işin başında besmele çekmeyi görev bilmiş inanç erbabı gibi  hiç sektirmeden edip edeceği,etmeyi düşündüğü her lafın başına, ortasına,sonuna; yazacağı her bir cümlenin noktasına, virgülüne bakmadan,hiçbir imlaya takılmadan, “Sayın Reisicumhurumuzun tensipleri ve Sayın Bakanımız İskenderun Demir Çelik Beyin destekleri ile” klişesini yapıştırdı mı her şey tamamdı.

Daha kim tutabilirdi ki onu? Gerçi hüsnüniyetinden şüphe duyan densizlerde yok değildi ya olsundu; “Allahın izni, bla bla’nın tensipleri, İskenderun Demir Çelik’in destekleri ile aşamayacağı hiçbir engel yoktu. Çok şükür.”  Kendi de boş değildi hani, “boş komili tenekesi gibi sadece kuru gürültüden ibaret değildi allasen”. Ayrıyetten  dokuzuncu hisleri de oldukça kuvvetliydi de. Daha düne kadar ara ara yemlediği Sahilin İsyankârları biraz mızıldanır gibi olmuşlardı, ama o hemen arpalarını keser gibi yapmış yola getirmişti hepsini. O da biliyordu herkes gibi “ devrin aşk devri değil aş devri olduğunu”.

Neyse, bu kadar hülya yeterdi; “Şimdi şey alma zamanıydı; neydi lan, ha tamam tamam aksiyon, aksiyon!” Ayakta durduğu camın kenarından lavaboya doğru hareketlendi, yerden ısıtmanın ılıştırdığı seramiklerin üzerinde ayağı ile tempo tutarak yüzünü yıkadı. Burnunu koltuk altlarına kadar sokup kokladı, yüzünü memnuniyetsizlikle buruşturup elini attığı pahalı parfümünden bolca sıktı, koltuk altlarına. Saçını -kı seyrek sayılırdı- geriye doğru tarayıp briyantinledi. Çocukluğunu hatırladı; üzüm asmasının suyu ile olmadı limon suyu o da olmadı ahırdaki ‘Yadigar’ın maharetli diline teslim ederdi saçlarını. “Hey gidi günler, hey!” diye mırıldandı kendi kendine, o sırada dudaklarına o günleri küçümseyen müstehzi bir gülümseme yapışmıştı. Derin bir nefes alıp göğsünü doldurdu, birazcık taşma yapmış göbeciğini içine içine çekip aynadan kendini seyretti. “Siyaset erbabının ensesi kalın, göbeciğinin biraz şiş olması gerekli zaar.” diye söylendi kendi kendine.

Yatak odasına doğru seğirtti. Göz ucuyla onu izleyen karısının farkında bile değildi.Herkesi ikna etmişti ama bu aklı kısa ‘nuh diyor peygamber’ demiyordu. “Senin için hava hoş tabii” diye  çemkirip duruyordu, “ Nasılsa sana edilecek her küfrün ucu eninde sonunda bana değecek” diye eklemeyi de asla unutmuyordu her nasılsa. Ara sıra hak verir gibi olsa da, “O yediğin önünde yemediğin ardında hayat nasıl oluyor zannediyorsun?” diye sorup, cevabını yine kendi verirdi; “O her daim ucu sana dokunan şeylerin sayesinde; kadın, zahmetsiz rahmetin olduğu nerde görülmüş ki? Hem büyük insanların da hep arkasından konuşup dururlar, yüz yüze geldiklerinde ise süt dökmüş minnak hepisi birden. Padişahın bilem arkasından küfredip dururlar ya! ”

Gardırobun kapısına elini uzattığında bu düşüncelerinden çoktan sıyrılmıştı. Zaten uzun süre düşünmek onun işi değildi, düşünmek yoruyordu onu. Gardırop ağzına kadar pahalı takımlar,gömlekler, jeanler, çeşit çeşit ayakkabılar ile doluydu.Eskiden ağabeylerinin giyip aşındırdığı, kıç kısmının ve dizlerinin aşınmaktan yamayı bile zor tuttuğu giysilerini anımsadı bir an. Eh artık geçmiş geçmişte kalmıştı. Üstten ayak bileklerine doğru daralan, boyu ancak bileklerini geçen ‘sipçuk’ gibi pantolonunu giydikten sonra, kol düğmelerine eşek yüküyle para saydığıık mavi gömleği sırtına geçirmiş, kapanışı kerameti Reis’ten menkul mavi ekose ceketi giyerek yapmıştı.

Asansörün aynasında kendini hayran hayran seyrederken, asansörün kabininin kerkinmesi ile kendine geldi. Evden ne zaman çıkmış, ne zaman asansöre binmiş hiç ayırdında bile değildi. O ara, zihninde meme yapmış balon gibi, yusyuvarlak, tostoparlak bir boşluk gibiydi.  Binadan dışarı adımını attığında yüzüne tokat gibi çarpan soğuk hava iyice kendisine getirmişti. Yağmur dinmiş, gri bulutların arasından güneş ışıktan oklar fırlatmaya başlamıştı. Arabasına binip ‘çarşıya’, adaylığınııklayacağı partiye doğru sürmüştü. Kapalı otoparka girdiğinde  arabasını gelişine, tam ortaya parketti ; ki birileri girip çıkmaya çalışırken sürttürmesindi. Kapıyı açtı - ayak bileğinin üstünde kat kat toplanmış paçanın altında, lacivert Brunello Cucinelli çorabının lastikli kısmını geriye doğru katladı - adımını atması ile geri çekmesi bir oldu. Gölete basmıştı, tavandan da tıp tıp su damlıyordu. Kapalı otopark değil mübarek sanki  Damlataş Mağarası; göletleri, tavandan damlayan suları…Bi sarkıt ve dikitleri eksik, onlarda ufaktan uç vermeye başlamışlar, biraz sabır sadece. Islanmış ayakkabısını zeminin kuru kısmına pat pat vurarak kuruladı. Sipçuk pantolonunun ağında sıkış tıkış ezilmiş takım taklavatını rahatlatmak için dizlerini kırarak aşağıya doğru yaylanmış, maharetli parmaklarını dişlerinin arasında yavrusunu taşıyan anne köpek hassasiyetiyle kullanarak takım taklavatı uygun yerler sevk ve idare etmişti. Otoparkın sidik kokan alaca karanlık merdivenlerini çıkıp gün ışığına adım attığında çevre esnafın “hayırlı olsunlarını’ ağırbaşlı bir ciddiyetle karşıladıktan sonra Koliba Pide’nin önünde balııların üzerinden vuran güz güneşinin kaldırıma çaldığı kocaman gölgesini görünce kendi de oldukça şaşırmıştı; güneşte batmıyordu oysa, bu kocaman gölgeyi neye yorsa bilemedi. Yoksa ak günlerin muştusumuydu bütün bunlar, kimbilir…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA