Ihh Kürt! - Yaşlı Rind'in Ölümü / MEHMED UZUN
Kadıköy –Kartal Metrosu… Akşam saatleri… İş çıkışı, yoğun
yorgunluğa eklenen yoğun kalabalığında verdiği bir tür bıkkınlığın en güzel
kızların bile makyajını akıttığı saatler. Birbirlerine dokunmanın pek hoş
karşılanmadığı manevi iklimimizin insanlarının çoğunluğu kendini sanal âlemin boşluğuna
atmış, her türden dokunuşu doya doya yaşıyor; dokunmatik ekranlı cep
telefonlarında. Kimi okey oynuyor, kimi gazete okuyor, kimi feyste kimi de
tivitırda ama tamamı ayak bastıkları dünyanın çok ötesinde, başka bir yerdeler.
Bir ses; kentin kirli,
tozlu, acımasız sokak aralarında hapsolmamış; aksine karlı dağların eteklerinde,dere
kenarında kurulu yığma taştan evin bir göz odasında demli çayla paylaşılan otlu
peynir tadında bir hayatın, aynı evin
bacasından çıkan dumanı kadar nazlı ve telaşsız, bir o kadar da doğal. Yaşamın;
berrak, canlı ve yaşama sevincinden
yerinde duramayan kıpır kıpır cümlelerinin ardı ardına sıralandığı
terütaze genç bir ses.
Gerçek ile sanal dünya arasında arafta kalmış yüzler bir
anlığına, sanal dünyanın indikçe derinleşen dünyasından geri dönüyorlar
irkilerek; solgun yüzlerle. İnsan, sanal dünyanın gerçeküstü “g kuvvetine” maruz kalmış bu solgun yüzlerde;
geri döndüğünde, kâbustan uyananların
yaşadığı rahatlatan bir gevşemenin izlerini bekler elbette; ama
nafile. Sanal dünyanın bataklığında debelenen bu insanların kulaklarına
gelen bu terütaze ses, sanki bu kulakların çekicini kulağın örsüne değil, bu
insanların kafasına patlatmış gibi acı bir öfkenin izleri okunuyor bu yüzlerde.
Ergenlik sivilcelerini kat kat fondöten sıvayarak örtmüş,
kenarlarında kırmızı ruj birikmiş ince dudaklarından şeytani bir küçümseme ile
yayılan gevrek bir gerginlik ve sese
doğru yönelmiş gözler ; anlık bir bakışla küçümsemenin, hor görmenin manifestosunu
baştan sona tekrar yazıyor; Ihhh Kürt! Omurgası yay gibi eğilmiş yaşlı teyzemiz
sesi duyar duymaz irkilerek homurdanıyor, mütedeyyin amcamız elindeki tespihi
çevirmeyi bir an bırakıp “la havle” çekiyor, bıyıkları dudak kenarlarından
aşağıya doğru akmak için üst üste binmiş bir serdengeçti ufak bir destek ile
hücuma geçmeye hazır. Bizim köy kokulu, dağ pınarı kadar berrak sesli gencimiz
ise hiçbir şeyden habersiz konuşmasını sürdürüyor; üstelik Kürtçe!
Taksim Metrosu… Her
yaştan terütaze gençlerin yanı sıra, olasılıkla o muhitte ikamet eden Eski
İstanbullu birkaç yaşlı yolcusu dışında; kalabalık, kadınlı erkekli, şen şakrak,
gürültücü muhtemelen Kuzey Avrupalı bir turist grubu. Yüksek sesle hep bir
ağızdan konuşmalar, neşesini azat etmiş
şen kahkahalar ve nedense rahatsız olma potansiyeli normalde hep eli
kulağındayken, bu sefer hoşgörü limitleri ile ibreleri zorlayan yurdum insanı.
Hiçbir rahatsızlık belirtisi; iç geçirmeler, la havle’ler, küçümseyen gergin
dudaklar, çatık kaşlar yok; bilakis, hayranlıkla bakan gözler, bedeni ile
birlikte içine düşecek kadar yılışan tavırlar, deste deste para vererek
dil kurslarında öğrenilenin pratiğini yapma hevesinde “can ı help you?” demeye
can atan yüzünü “batıya!” dönmüş gençler.
Ve biz..Irkçılık mı? Asla. Kardeşlik? Sonuna kadar. Kürtler;
“kart kurt”, Kürtçe; “hay hut”. Onlar dağlı, biz bağ’lı.
Sömürgeciliğin ve sömürgenin ruhuna ışık tutan Frantz
Fanon’a göre konuşmak “bir kültürü özümlemek,bir medeniyetin
yükünü dilinin ucuna taşıyabilmek demektir. …Bir dile hakim olan,sonuç olarak,o
dille ifade ve ima edilen dünyaya hakim olmak demektir.Çünkü dil “Ete saplanmış
tanrı”dır.” Bu sebepten dolayıdır ki sömürgeci girdiği yerde, ilk
olarak “dil”i hedef seçer kendine. Sömürgeci ,emperyal güç, kendi dilini
dayatır halka, okullarda kendi dilinden başka dil konuşulmasını engellemek için
“gardiyan öğretmenler” sokar devreye. Bir zaman sonra çocuklar kendi dillerini
hor görmeyi öğrenirler. Sömürge halk kendi yerel ve orijinal kültür kaynakları
ve dili ile medeniyet taşıyan!ulusun dili ve kültürü ile hesaplaşma içine
girer. Sömürge insanı bu hesaplaşma da medeniyet taşıyan!ulusun, metropolün
kültürünü özümseyebildiği oranda yükselecektir.Öteki durumda ilkel ve yaban
kalacaktır. Kart-kurt olacaktır,dağlı olacaktır, insan olmanın hep bir adım
gerisinde kalacaktır.
Maalesef bizim tarihimizde de böyle bir karanlık sayfa var
ve bu sayfa halen daha çevriliyor. Medeniyet götürme bahanesi ile bombalanan Dersimler,
etkisiz hale getirilen şakiler, mağaralara tıkılıp oralarda fareler gibi
zehirlenen insanlar, “Vatandaş Türkçe konuşlar!”, Türkçe bilmediği için hastane
kapısından çevrilenler, Türkçe bilmediği için metropollerde zihinsel engelli
sınıflarına konulan Kürt çocukları, yasaklar, ölümler ve sürgünler….Bir ulusun,
bir dilin inkarı ve asimilasyonu uğruna yaşanan acılar ve ölümler, diğer
tarafta ise ırkçılık ve düşmanlıkla zehirlenen Türkler…
Mehmet Uzun, yok sayılan,inkar edilen bir dilin,Kürt dilinin
bir kalemi; üstelik sürgünde bir kalemidir. Terk etmek zorunda kaldığı, zorunlu
sürgüne mahkum edilmiş bir Kürt kaleminin yani kendisinin hikayesini anlatır
Yaşlı Rind’in Ölümünde. Sınırı geçtikten sonra konakladığı dağ köyünde
karşılaştığı bir Kürt Rind’inin (Sufi) etrafında sürgünü, dilini ve dilinin
tarihsel derinliklerini anlatır kitabında.
Bunu anlamak için kökünden ve izinden, toprağından ve
dilinden kopmak,koparılmak,uzaklaştırılmak.. Evet, gereklidir bu. Hasret
başkaldırmadığı sürece, hasret dermansız bir ağrı olmadığı sürece, insan
mutluluğun pınarlarının neler olduğunu nasıl anlayabilir? Evet yabancı dillerin
zorluğu, karmaşıklığı,hali lazım. Yabancı dillerin karmaşıklığı içinde sancılı
uykular lazım.Aynı şekilde yürek yakıcı geceler kendini boyuna diriltmeli.
Sayılar farkında olmadan anadilde söylenmeli….Gözler mektup yolu, posta yolu
gözlemeli. Postayla gelen sözcükler,cümleler koklanmalı,okunmalı…..
..Söylediğin şeyler; kök, iz, toprak,dil…o zaman onların
farkında değildim.Anlamıyordum onları.İnsan kendi kökünden, izinden uzak
düşmedikçe kökün, izin ne olduğunu anlayabilir mi? İnsan rengarenk
topraklara,değişik topraklara ayak basmadan, insanların neden kendi atalarının toprağına
gömülmek istediklerini anlayabilirler mi sanki?”
Her dil boy verip, yeşerdiği toprağın tadını taşır. Hiçbir
yabancı toprak dile, o tadın zarafetini teslim edemez. Mehmet Uzun bu toprağın,
bizim toprağımızın sesi ve tadı. Muhakkak okunmalı.