Kuleler Yaptım İçime...
Büyük, bir o kadarda ilginç bir şehir şu İstanbul. Aklını
kalemle oynatmış, bu koca şehrin keşmekeşi gibi içine düştüğü kitabın sayfaları
arasında ite kakıla, düşe yuvarlana giden;
ama yazı ile yazgısının kah aydınlık,
kah kasvetli gelgitlerinin
depresif çıkmazlarını eğilip bükülmeden
sırtında taşıyabilmek için o kadar çok
imkanı, o kadar ters ve olmadık anlarda verir ki şaşarsınız. İşte o an
çaresizce eliniz kalem kağıt bulabilmek için ceplerinizi telaşla yoklar ki uçup
gitmesin, anlık bir bakış sonrası
takıldığınız bir görüntünün kafanızın içinde hareket geçirdiği ardı
ardına, birbirlerini metrobüs yolcuları gibi arsızca itekleyip, oturacak yer
bulma telaşı ile kendinden geçmiş , iplerinden boşalmış bir halde hücum eden düşüncenin an be an silikleşen
izleri. Ancak bir yığın halinde açılan
kapıdan içeri dalan metrobüsün yolcuları gibi akın eden anlık düşünce yaygarası
da kendine nadiren yer bulur sınırlı sayıda oturma imkânında. Ayakta kalanların
oturanların gözünde zamanla silikleşmesi gibi anlık bir akın sonrası akılda yer
eden az sayıda kopuk düşüncenin geri kalanı yavaş yavaş flulaşıp unutkanlık
dairesinin kapılarından içeri girip bir sonraki fırsatı kollar ya nasip
diyerek. Kim bilir belki bir daha ki
sefere trafiğe takılmadan, kırmızı ışığa yakalanmadan ahenkli bir akışla
ilerlediği düşün dünyasının yollarından ilerde elini uzattığı cepte park etmiş
bulunan kalem kağıt sayesinde yazın dünyasının yoluna rahat bir çıkış imkanı
yakalayacaktır.
Genç erkek ve kızların belki müsait bir flört bulurum
maksadı ile etrafı çaktırmadan kolaçan etmeleri dışında, bütün gözler sabit bir
noktaya kilitlenmiş bir vaziyette, herkes boşlukta belirsiz bir kolçağa tutunup
sallanan cesetler gibi ifadesiz,donuk ve bitik. Sadece karnını doyurmak için
bunca eziyeti tekrar tekrar yaşamak zorunda bırakılan bir insandan, yaşıyor
olmanın belirtisi olan birkaç uzvi hareketten başka ne tür bir canlılık, ne tür
bir fer beklentisi olabilir ki? Ev, tramvay, metrobüs, otobüs ve iş arasında
süre giden bu kahredici devir daim arasında beşerin ilk başlarda inatla
tutunmaya çalıştığı Polyanna zamanla
yerini sadece bir surete bırakıp, kendi içine yuvarlanmış bir et,safra ve
üzerine elbise geçirilmiş bir kılıftan ibaret karmaşık bir düzeneğe dönüşüyor
ister istemez. İşte tam da bu anda insan tam ortasından ikiye bölünüyor. Bir
yanda motor gürültüleri ve yanıbaşında yükselen “tower”ların gölgesinde yaşam
denilen ışığa hasret fiziki varlığı ile içine yuvarlandığı dünyanın
özlemlerinin yeşerdiği köyü,kasabası ve
çocukluğunun yaşam dolu ışığından geri kalan gaz lambasının fitilinin ucunda
yanan titrek bir alevin gölgelediği iç dünyası.
Mimari denilen kurgu sanatı, ustanın elindeki çekicin ucunda
hayat bulur, gerçeğe dönüşür. Bu sanat kibre bulaşmamış insan doğasının, doğanın
ustalığına öykünmesidir. Bu öykünme
çabası bir üstünlük savaşı değil, doğanın gölgesinde, onun himayesinde insanın kendini keşif ve aşma
çabasıdır.Bu çaba ebeveynlerine öykünen
bir çocuğun onları birebir taklit etmeye çalışmasına benzer, çocuk bu davranışı
ile ebeveynlerine karşı hayranlığını ve sevgisini ifade eder ve onlara benzemeye çalışır. Kibir insanın
egosu ile mücadelesini kaybetmesidir. Ego doymak bilmez iştahası ile doğal
olanın dışında gezinen bir obezdir. Doğanın ustalığından esinlenen bir kurgu
sanatı olan mimari kibir ile buluşunca doğal olanın dışına taşar; öykünme
yerini böbürlenme ve diklenmeye bırakır. Bu kibir, mimarinin doğal olanın/alanın içerisine nüfuz
edip, o alana alabildiğince yayılıp, yatay seyrederek mimarinin
toplumsallaşmasından vazgeçip, gözünü
yükseğe daha yükseğe dikerek doğal olana yukardan bakmaya çalışan, toplumu hor
gören tepedenciliğe teslim olması ile sonuçlanır. Ancak unutulan bir şey
vardır; Kartallar yüksek uçar ama yerden beslenir.
İktidarın doyumsuz iştahasının gelişigüzel saçıp
serpiştirdiği “tower”ların, “avm”lerin baskısı altındaki şehrin ana
arterleri, kriz boyutunda bir tıkanıklık
içerisinde şehri ite kalka hayatta tutmaya çalışır. Basit bir planlama
sonucunda by pass edilebilecek bu tıkanıklığa rağmen, iktidar, planlı bir
perhiz ile sorunu bir nebze olsun hafifletebilecekken, bırakın perhiz yapmayı
sorunu daha da kangrenleştirecek olan bir beslenme rejimi ile boş bulduğu her
alanı daha büyük,daha yüksek yapılarla
şişirmeye çalışır. Yüksek gökdelenlerin çevrelediği yol kıyılarına kondurulmuş
otobüs duraklarında yorgun argın insanlar,sinmiş,pusmuş bir şekilde bir an önce
güvenlikli mekanlarına doğru yolculuklarını tamamlama kaygısı içerisinde
sundurmaların altına birikmiş bir halde. Hemen yanı başlarında göğe doğru
yükselen devasa yapıların tepelerinde ki çakar lambalar “big brother”in tanrısal gözü gibi varlığını her daim
hatırlatır.
“Tower” aynı zamanda
bir “tavır”dır. Mimari bir tavır olmasının yanı sıra eril bir tavırdır. Hayat
kaynağı toprağı yırtarak göğe doğru yükselen bu yapılar gücün diklenmesidir.
Devasa boyutları ve mimarisi ile sınıfsal bir meydan okuma anıtıdır. Bu meydan
okuma, çevresinde bulunan müstakil
yapıların birbirlerinden bağımsız, örgütsüz ve korunmasız varlıklarına rağmen;
bu devasa yapılar içlerinde onlarca bağımsız bölüm söz konusu olsa da dışarıdan bakıldığından yekpare, örgütlü
bir gücün müstakil binaların imkanlarının elvermeyeceği yüksek duvarlarla
çevrili, korunaklı,kapalı devre kamera sistemli, 24 saat güvenlikli, azami
ölçüde dış dünyadan izole bir dokunulmazlık zırhı ile müşahhas bir iktidarın parlak
camlar ardına gizlenmiş suretlerinden biridir.Muktedirdir; çünkü güneşi kontrol
eder, bir padişahın tebaasını gölgesi altında korumaya aldığı gibi size anca
gölgesini bahşeder. Muktedirdir; çünkü devasa bünyesini saran parlak camlarda
ancak siz kendi güçsüzlüğünüzün yansımalarını görürsünüz. Muktedirdir; çünkü oluşturduğu
derinlik ve genişlik algısı sizi ezer,güzsüzleştirir, yürürken dengeniz
şaşar,uzuvlarınızı kontrol edemezsiniz,kontrolsüz bir tuhaflıkla yalpalar
durursunuz. Muktedirdir; çünkü yanı başında siz göğe doğru bir çivi çakamazken,
o güç kanun,kural,yönetmelik,plan, proje, ruhsat tanımadan pervasızca göğü
deler. Tower bir tavırdır; insanın toplumsal yaşamının dokusuna uygun olmayan,
soğuk,sert,kudretli ve muktedir bir tavır.
Tıpkı Hitler faşizminin Ehrentempel’i, Reichskanzlei’si,
toplama kampları, gaz odaları gibi, tıpkı modern kapitalizmin mabedi New
York’taki İkiz Kuleler gibi, tıpkı içinde adalet bulunmayan Avrupa’nın en
büyüğü olması ile ünlediğimiz Adalet Saraylarımız ve Ak Saraylarımız
gibi..soğuk, kasvetli ve kudretli.
Eskinin kulesi şimdinin gökdelenleri tarih boyunca büyüklüğün, böbürlenmenin,
diklenmenin,iktidarın, eril şehavetin simgesi
olmuş. Ademoğlunun inşa ettiği ilk “tower”
olan Babil Kulesi de göğe doğru yükselen eril bir karşı çıkışın yanı sıra tanrısal
olan ile yarışı da simgelemekteydi. İlk başlarda kendi büyüklüğünün ve
erişilmezliğinin yeniden inşası olarak gördüğü kuleyi Tanrı, kule göğe
yükseldikçe ademoğlunun kendini kaybetmesi
ve iktidar sarhoşluğu ile başının dönmesi üzerine lanetler. Tanrı, kuleyi yıkar ve ademoğlunun iktidarının
kaynağı olan iletişimin önüne dilleri çoğaltarak cevap verir. Ademoğlu bir daha
yeni bir kule inşa edecek olan iletişimden uzak,farklı dilleri konuşan,
birbirleri ile anlaşamayan milletlere bölünür. Dersini alan ademoğlu göğü Tanrı’ya
bırakarak, dünyayı doksan derece çevrilmiş olarak hayal edip, yukarı doğru
değil ama yatay olarak yeni bir hayali kule inşa etmeye koyulur. İlk kule, Babil Kulesi bir diklenme ve adeta erkeklik
organının asaletini açık ederken, yeni inşa edilen yatay kule açık diklenme
yerine kendini gizleyen,derine saklayan
bir kadın organının kıllarla çevrili gizil bir karşı koyuşun simgesini
oluşturur.
Ademoğlu hep yükselmenin,güçlü olmanın,göğe ulaşmanın
rüyasını görür. Ama göğe doğru yükseldikçe sonu gelmez bir düşüşün dehşetini
yaşar rüyalarında ve her kule düşecek
kadar yüksektir.