İki ‘Cihan’ Bir Olsa…

Yine, yeni bir yerel seçim öncesi Hopa’yı konuşuyoruz. Hopa, gün geçtikçe kaotik bir şehir haline dönüşürken sorunları artarak devam ediyor. Ne yazık ki yıllar boyunca birikmiş, tortul tabakalar gibi üst üste, katmanlaşmış sorunlarla yüz yüzeyiz. Çözüm üreteceği iddiasında olanlar, yeni sorunlar bırakıp gittiler. İş öyle bir hal aldı ki ‘benim diyenin’ bile altından kalkamayacağı bir hale dönüştü. Hopalılar, artık şehremini namzetlerinden çözüm üretmekten çok yeni problemlere sebep olmamalarını bekler duruma geldi.



Daha Hopa’yı gören ilk sapağı döndüğünüzde kendinizi distopik bir film platosunda zannedebilirsiniz. Yanı başınızda sizi peşi sıra takip eden,  ufuk çizgisine kadar uzanan gri bulutların üzerine oturduğu Karadeniz, diğer yanda yeşil dağ yamaçlarından akan, vadilerin arasına sızan sis bulutu ile birlikte size eşlik eden perde duvarın üzerinden baş gösteren, akan çöpün en kemerli burunları bile sızlatmakta zorlanmayacak kokusu.

Karayolu boyunca ilerleyen, şehrin merkezinden ara sokaklarına kadar ulaşan sahipsiz, hüzün dolu cenaze konvoylarını andıran  TIR’lar, kıyı şeridinin hemen üzerinde 1800’lü yılların İngiliz Endüstri Devrimi manzarasını andıran ‘taş kırma çenelerinin’  ağızlarını şapırdatarak yediği taşların, konveyörlerin ritmik, ardışık cızırtıları, asfalt plentinden salınan kapkara dumanlar, zift kokusu, iş makineleri, adaklık koyunların melemeleri, toz, toprak ve envai çeşit öteberi…

Viyadüklerin altına, Sundura Deresinin her iki kıyısına, sahil şeridindeki dolgu alanlarına, caddelerin ortasına, kaldırımların üzerine, meydanların ortasına ve hatta şehirlerarası karayolunun emniyet şeridine kadar ‘metastaz’ yapmış kanser gibi yayılan ‘kondu ticarethanelerin’, şehrin yeşil yamaçlarına hançer gibi saplanmış görgüsüz, arsız, kibir abidesi gökdelenlerin, rezidansların ve hatta depremden mi yoksa bombardımandan mı arta kaldığı anlaşılmayan, yandan yemiş, eğilmiş, bükülmüş paslı konteynır iskeletinin al bayrakla taçlanmış heybetinin gölgesine sığınmış, Schengen Vizesine sahip AB vatandaşı gibi ‘serbest dolaşım’ hakkına sahip ama tuvalet adabından habersiz sokak köpekleri ile tamamlanan bir manzara.

1930’lu yılların sonunda yolu Hopa’ya düşen ve ‘Hopa’yı gören ilk dönemeçten saptığında’, kendini ‘ezelden beri Hopalı’ hisseden Behçet Kemal, bugün bu distopik manzara karşısında kendini yine Hopalı hissedebilecek midir?

Belli ki bu yerel seçim Chp’nin adayı Utku Cihan ile Akp’nin adayı Ati Utku Cihan arasında geçecek. Ne güzel değil mi Hopalı, iki Cihan’dan birini seçecek; ya dünyalığını helak edip ahretini kurtaracak ya da ahretini helak edip dünyalığını kurtaracak. Şaka bir yana hangi Cihan’ı tercih ederse etsin Hopa’nın manzarasında anlamlı bir değişiklik olmayacak. Ve hatta iki Cihan bir olsa bile sonuç değişmeyecek, değişemeyecektir.

Chp’de sadece Genel Başkanlar değişir, başka hiçbir şey değişmez. Fark yaratmayan, fark aramayan ideolojik şemsiyeye sahip Chp, diğer partilerle türdeş olmaktan rahatsız değildir. Bu haliyle kendisini ‘solda’ ya da ‘sağda’ bulunduğunu ifade etmesinin bir anlamı yoktur. Türkiye’de siyasal partilerin neredeyse tamamının merkezinde ‘devlet’ vardır ve ‘millet’ bu merkezin odağı hiçbir zaman olamamıştır. Bugün için Chp’de  Akp’de  bu manada türdeştir. Akp sadece ‘devlet-millet’ çatışmasında söylem düzeyinde olsa da ‘milletten’ taraf gözükmenin avantajlarının farkındadır ve bunu oya tahvil etmekte başarılıdır. Akp ve Chp madalyonun iki yüzü gibidir, yarattıkları değer aynıdır. Dolayısı ile hem Akp hem de Chp ile ortaklaşacakların dikkate alması gereken yön budur.

Yirmi küsür yıllık Akp iktidarı, kötülüğün iktidarıdır.  Bu iktidar, yarattığı diğer bütün yıkımlar bir yana kasabın eşiğinde ete bakan kedi gibi bu ülkenin insanını simit tezgâhına bakar duruma getirecek kadar fakirleştirmesi ile bilinecek, hatırlanacaktır. Allah onlara; Genel başkanından milletvekiline, Parti yönetiminden üyesine, kadrolusundan sempatizanına, zengininden fakirine silsileyi takip eden sıralı bir kötülük bahşetmiştir. Dolayısı ile Akp adayının; ‘iyiliği, alçakgönüllülüğü, insanlığı’ bu andan itibaren günümüzün konusu değil artık geçmişin bir konusudur.  O’nun için bugüne dair söylenebilecek tek şey Akp ile kötülükte suç ortağı olduğudur.

Ne yazık ki Chp ve Akp dışında tarihsel olarak ‘milleti’ merkeze alarak çıkış yolunu inşa etmekle görevli olanlar, çoğu zaman bu partilerin türdeşliğini göz ardı ederek onlarla ortaklaşma yoluna gitmiş, ortak seçim beyannameleri oluşturmuş, karşı taraf için imzalandığı andan itibaren unutulmaya, yok sayılmaya mahkûm ‘ittifak taahhütnameleri’ imzalanmış, yılların mücadele birikiminden damıtılmış ‘halk meclisleri’, ‘mahalle komiteleri’, ‘halkçı belediye’ gibi kavramların içi boşaltılmış, bu kavramlar seçimden  seçime hatırlanan ancak seçimin hemen sonrasında çiğnenmiş sakız gibi tükürülen sıradan retorikler haline getirilmiştir.

Büyük çoğunluğunun iyi niyetlerinin kurbanı olduğunu düşünmekle beraber içlerinden bir kısmının ‘daha kendi gölgeleri üzerinden bile atlayamamışken, kendi memleketinde mehdiliğini ilan etmenin’ kolaylığına kapılıp, halka ‘ağuyu altın tas içinde sunup, balı da onun suç ortağı yaparak’ al gülüm ver gülümcülük oynadığını ve işlerin sarpa sarması ile ‘kadın çorabı’ gibi hızla kaçtıklarını düşünmekteyim.

Seçim sathı mailine girdiğimiz bu süreçte herkesin siyaset konuştuğu, politik duyarlılığın arttığı, tüm tarafların arz-ı endam ettiği bu durumda, söylenecek sözlerin hunharca tüketildiği, söylenecek yeni bir sözünde, sözü söyleyecek olanında takatsiz, yorgun ve bitkin oluşu Hopa’nın ‘sol’ geleneği açısından vahim bir durumdur.

‘Efendi davul sesi ile uyanır,

Bekçinin gecesi nasıl geçti nereden bilecek?’

Belli ki bu süreçte ‘efendinin’ türküsü söylenecek. Ancak başlangıç olarak birilerinin önce, yani ‘Bekçinin gecesinin nasıl geçtiğini’ dert edinenlerin en azından ‘bal gibi ağuya suç ortağı’ olmamayı öğrenerek başlaması kaçınılmazdır. Sonrasında sıfırdan, küçük küçük, adım adım, ilmek ilmek örerek devam etme imkânı bir ihtiyaç olarak kendini ortaya çıkaracaktır zaten.

‘Büyüğü küçük yaratmıştır. Küçüğün eseri olmayan büyük yoktur.’

Hep söyleyen değil eyleyen olarak; eylediği gibi söyleyen, söylediği gibi eyleyen ve yaşayanlar olarak yer bulacağız; caddede, sokakta, okulda, fabrikada.

Korunaklı, damlı duvarlı, ‘sen, ben, bizim oğlan’ mevcutlu mağaralarımızdan çıkıp çay bahçelerine, alım yerlerine, tamirhanelere, atölyelere velhasıl hayata karışacağız. Yeniden inşa edeceğiz. Geçmişte yaptığımız hataları tekrar etmeden, karkas binaya girmeyeceğiz, kat karşılığı almayacağız; topraktan sıfırdan gireceğiz. Mimarisini, statiğini, zemin etüdünü, temelini, karkasını, incesini, kabasını biz yapacağız. Öyle derme çatma, en ufak fiskede darmaduman olan, damı akıtan, kapı eşiklerinden düşman ıslığının geçtiği yapılar inşa etmeyeceğiz. Kiracı gibi değil ev sahibi gibi sahipleneceğiz.

Yaşayarak öğreneceğiz. Şans eseri elde edilmiş yengileri değil, ‘ne güzel yenildik’ dediğimiz şeylerin peşine koşacağız. Başarısızlıklarımızın mesuliyetini başkalarına yıkmak yerine, kendimizi karşımıza alıp konuşacağız. Etrafımızı temizliyormuş gibi yapmaktan vazgeçip önce kendi içimizi temizlemekten başlayacağız.

‘Bir merak için doğup, bir cevap için yaşayacağız ve bir inanç için öleceğiz’

 
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA