Bir Kayıp Denizci / Gabriel Garcia MARQUEZ
Marquez’in kitapları içerisinde en severek okuduğum kitabın,
Bir Kayıp Denizci olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. Yazı dili, Marquez’in okuduğum diğer kitaplarında ki
tumturaklı, başı ile sonu arasında bağ kurarken zorlanılan cümlelerden uzak,
oldukça yalın, rahatlıkla zorlanılmadan okunulan bir dile sahip. Hikayesinin
gerçek bir olaya dayanması ve kitabın iskeletinin olay kahramanının anlatıları üzerine inşa edilmesi , konu
itibari ile kitaplarda gerçek insan
hikayelerinin ve yaşanmışlıkların tefrikası olması hasebi ile benim ilgimi bu
denli çekmiş olması da olası.
Kitap, Kolombiya Deniz Kuvvetlerine ait bir muhribin,sekiz
ay boyunca revizyon gördüğü bir Amerikan üssünden ayrıldıktan sonra, dönüş
yolunda Kolombiya açıklarında güvertesinden fırtına nedeni ile düşen sekiz
denizciden biri olan Valesco adlı denizcinin on gün boyunca açık denizde bir
sal üzerinde yemeden içmeden sürdürdüğü
yaşam mücadelesinin anlatısına dayanıyor. Bu anlatıda ilgi çekici olan iki
olgu var benim açımdan. Bunlardan ilki, aslında geminin fırtına sebebi ile değil,
dönüş yolculuğunda gemi mürettebatının Amerika’dan satın alıp,
geminin su üzerindeki dengesini bozacak şekilde yüklenen, bir zamanlar
modern dünyanın tüketim kültünün ve hane halkının gelişmişliğinin olmazsa
olmazları arasında olan ve bir statü
sembolü olması gibi bir özelliğe de haiz olan radyo,televizyon,çamaşır
makınası,buzdolabı gibi elektrikli ev aletleri ve elektronik cihazlarla
doldurulmuş olmasıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun azgelişmişlik kültüre,
düşünceye ve bilime değil tüketim sembollerine açtır.Azgelişmişlik anaforundan
kurtulmanın uzun ve zahmetli bir yol olması, onları; daha kestirmeci, daha
zahmetsiz ve düşünsel maliyeti ve eziyetinin! daha az olduğu, özenilen
özneyi taklit ve sembolik olanın
tüketilmesine yöneltir. Bu yönelim, bir
yandan onların zaten kıt olan ekonomik kaynaklarının verimsiz alanlarda çarçur
edilmesi sonucu doğururken, bir yandan
da iç piyasa da bu özlemlerin giderilmesi sürecinde azgelişmişliğe bağımlı, ondan çıkar temin eden, azgelişmişliğin
devamının rantını elinde sıkı
sıkıya tutan ve yabancı sermaye ile
hainane bir ekonomik çıkar ilişkisi kuran yerli asalak bir sermaye grubunun da
ortaya çıkmasına da önayak olur. Azgelişmişliğin hüküm sürdüğü coğrafyalara
gelişmişler tarafından biçilen rol,
taşıyıcılık ve tüketiciliktir.Biçilen bu rol, azgelişmişliğin sarmalının kırılmasından çok
devamına yöneliktir. Çünkü varlıklarının devamı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Azgelişmişlik,
gelişmişin içinde ticari çıkarlarının kodları yazılı kültürel alışkanlıkları
“moda” olarak benimsemek ve farkında
olmayarak yaymak zorundadır. Bu kültürel taşıyıcılık hizmeti “azgelişmişlik içerisinde
gelişmiş” olmaklığın ve varoşluktan kurtulmanın tek yoludur. Hepimiz 80’li
yılların başında kendi içine kapanık olarak yaşayan toplumun dışa, gelişmiş
ötekine açılmış olan tek
pencereleri olan Alamancı’ların “Sarı
Mersedes” öykülerini ve bu “mersedeslerin” bagajlarında taşınan elektronik eşyaları, özellikle
“teyp”leri hatırlarız. Yine adına devlet denilen kuluçka makinesinde
palazlandırılan memleketin güzide(!) sermaye grupları arasında yer alan
Sabancı’ların,Koç’ların,Eczacıbaşı’ların,
yıllardır azgelişmişliğin ezik, kişiliksiz, psiko- sosyal travmalar
yaşayan geniş halk yığınlarına gelişmişliğin sembolü olarak dayattıkları Doğan’ları,Şahin’leri,Anadol’ları da
hatırlarız hepimiz. Yine 80’li yıllarda taşra da –büyükşehirlerde de durum aynı
mıydı acaba- ortaya çıkan beyazlamış kot pantolon modasını sanırım birçoğumuz
hatırlar. O zamanlarda kot pantolonun çok yaygın olup olmadığını hatırlamamakla
beraber yıkanmaktan artık iyice beyazlamış olan kot pantolona verilen o kutsi
değer hafızamın en derinlerine kadar işlemiş durumda. İşlek bir limana sahip
olan ilçemizde, gemicilerden yalvar yakar,
değerinin çok çok üzerinde paralar verilerek alınan beyazlamış kot
pantolonu giyerek kişilik sahibi olmuş abilerin
sokaklarda attıkları gurur ve kibir dolu voltalar halen aklımda. Bugün bile
yurtdışı seyahatinden dönen bir çok memleket insanının, dönüşlerinde
bavullarında sipariş birkaç Iphone
ile geri dönmeleri, memleket
insanının teknoloji ve bu teknolojiyi yaratan düşünsel – kültürel yapı ile
kurduğu ilişkinin sadece moda olanın taşıyıcılığı ve tüketiciliği olduğunu
gerçeğinin hazin bir öyküsü. Tıpkı kitapta
Amerika’dan dönen gemicilerin,
geminin bozulan dengesini sağlamak için kendi deyimleri ile “safraları
süpürüp” satın aldıkları elektrikli
–elektronik tanrılarını denize boşaltmak yerine sekiz arkadaşlarını denizin
korkunç dalgalarına teslim etmeleri ile yaşanan hüzünlü tablo gibi.
Kitapta ilgimi çeken ikinci nokta ise on gün boyunca sal
üzerinde denizde aç ve susuz yaşayan
Valesco’nun umutla imtihanı daha doğrusu umut ile savaşıdır.Valesco açık
denizde ilk birkaç gün kurtarılacağı konusunda oldukça umutludur. Ama zaman
geçtikçe umudunu kaybetmektedir. Tam umutsuzluğa teslim olduğunda yanı başında
beliren bir martı onu tekrar hayata bağlar. Sonrası tekrar umutsuzlukla devam
eder. Ölmeyi umut eder ama denizde sala takılan bir kök parçası ölümü de
umutla öldürür. Kurtarılma ve kurtulma düşüncesi kafasında her
olanaksızlaştığında umutları bir o kadar güçlü bir şekilde kendini gösterir.
Bir klasik Rus edebi eserinde “umutsuzluk olanaksızı amaç edinmenin bedelidir.”diye
bir cümle okumuştum. Oysa tam tersine olanaksızlık ne kadar baskın olursa, umut
o oranda olanaklı değil midir?. Hele hele azgelişmişlik ülkesinde gelişemenin
olanaksızlığı karşısında, azgelişmişin tek sermayesinin umut olması manidar
değil midir? 30/04/2013-Ataşehir/İSTANBUL
Yorumlar
Yorum Gönder