Ölümde Var Ölümsüzlükte... // Ölümsüzlük- MİLAN KUNDERA
Ölümde Var Ölümsüzlükte..
Yaşam boyu önünüze çıkan bütün yollar sizi ölüme çıkarır.
Varoluşunuzun; doğup doğmayacağınızın, kız,erkek yada üçüncü bir cinse mensup
biri olarak doğup doğmayacağınızın, her ne kadar görece bir kavram olarak
tamamen sübjektif bir durumu ifade etse
de iyi yada kötü biri olup olamayacağınızın,varsıl yada
yoksul,çirkin yada güzel, kumral yada sarışın,Türk yada Kürt , Müslüman yada
Hıristiyan olup olmayacağınızın tamamen tesadüflere bağlı olduğu yaşamda, tesadüfi olmayan tek şey vardır; Ölüm.
Yaşam bir oyundur; hem de tanrıların bir oyunu. Rolleri, senaryosu, kurgusu, kamerası,açısı,ışığı Tanrılar tarafından belirlenmiş bir oyun. Tanrılar için sınırsız bir eğlence kaynağı
olan yaşam, eğlenirken gürül gürül kükreyen gökyüzü, gülerken yaşaran gözlerde
şakır şakır yağan yağmur olur yaşam
verir onun oyuncularına. Kurbanlarını, kurban etmeden önce besleyen, semirten
acımasız bir tanrı oyunudur yaşam.
Ölümsüzlük Tanrıların yaşam denilen oyununda hep oyunda
kalmaya çabalamaktır. Ama yaşam denilen oyunda devamlı rol kesmek olası
değildir. Her rol, o büyük senaryoda “ömür”
denilen bir sayfada son bulur. Ancak her rolün “ömrü” farklı farklı sayfalarda , kiminin
ömrü onuncu,kiminin kırkıncı, kimininse
yüzüncü sayfada kesilir. Yaşamda, aldığınız rolün,büyüklüğü, çeşidi,süresi adil ve tanrısal hakkaniyete uygun olmasa
da,bu rollerin hepsinin öyle yada böyle,
uzun yada kısa bir süre de, iyi yada kötü bir şekilde bitmesi,ömrünü
tamamlaması adaletin tecelli etmesi
olarak düşünülebilir mi? Ölüm karşısında herkesin eşitlenmesi ile sağlanan
ancak ölünün yaşamadığı,dokunamadığı
adalet, gerçekten adil midir?Yoksa ölüm son tanrısal adaletsizlik midir?
Ölümsüzlük mümkün müdür? Asla…bu güne kadar hep oyunda
kalmış bir oyuncu görülmemiştir. Öyle ya da böyle her oyuncu bir şekilde oyun
dışı kalmıştır. Ama kimi oyuncular vardır ki, ömür ile sınırlı o senaryoyu öyle
doğal ve katışıksız oynamışlar, senaryo dışına çıkarak kendilerine sunulan tekstin
üzerine kendilerinden o kadar çok iz bırakmışlardır ki , “madem yaşamaya geldik dünyaya, benimde her
şeyde bir hakkım vardır” pejmürdeliği
ile ömür sürenlerden daha çok hak etmişlerdir olmayan ölümsüzlüğü.
Bir çok insan, tanıdık yada tanımadık zihinlerde bırakılan, anlamlı,sanatsal,bilimsel,insansal
vb hatıraların yaygınlığıyla erişilebilir olduğuna inanmışlardır ölümsüzlüğe.Oysa
bu ölümsüzlük, sahibinin farkında olmadığı bir kazanım olarak, sahibi açısından
o an itibari ile bir kıymeti yoktur. Zaten her insan diğer türdeşlerinin
kafasında öyle yada böyle, büyük yada küçük kendinden sonra gelecek olanlara
aktarılmak üzere adına düşünce, tecrübe vb ne derseniz deyin bir iz bir hatıra
bırakmaz mı? O zaman herkesi ölümsüz mü sayacağız? Hal böyle iken ölümsüzlük
neden bu kadar arzulanır? Neden büyük bir aşk ile ölümsüzlük hülya
kapılarımızın eşiğinin dibinden hiç ayrılmaz? Çünkü insan ölümlüdür,aşk
ölümlüdür, ölümsüzlük ölümlüdür. Yaşadığınız süre zarfında ulaştığınız kadarı
ile değerlidir ölümsüzlük. Aynı aşk gibi. Peki aşk ölümsüz müdür? Kesinlikle hayır. Arzu, şehvet,kendini o
olmadığında bir parçasının eksik olduğunu düşündürten o yakıcı hissin yalazları kalbin karanlık kuytularını
aydınlatıp,ılıttığı sürece aşk ölümsüzdür. Ama adına yatak denilen transfer
merkezinde hissin yalazları kendini şehvetin yalazlarına yerine bırakırken, son
nefesini hemen oracıkta vermiş olan aşkın solgun,terli,zayıf başı; soluğu kesilmiş, gözleri yarı açık uslu bir
şekilde terden ıslanmış beyaz çarşafın üzerine düşer. Aşk ölmüştür, bir an olsa
bile yakalayabildiği ölümsüzlük başka bir boyutta kalmıştır. Ondan sonrasının
bir anlamı yoktur. Çünkü meyve, ölümsüzlük ağacının dalından düşmüştür, artık
o meyvenin öncesinin de onun açısından bir anlamı yoktur. Çünkü artık o adına “hiç”lik
dediğimiz o meşum üç kelimelik dünyaya katılmıştır.
Eskiden, çok eskiden , dünya denilen arz yuvarlağının,
yuvarlaklığını keşfetmeden önce, dünyayı düz bir tepsi gibi düşünürlermiş insanlar. O dünya tasavvuruna ilişkin çizimlere
bakıldığında dünya koskocaman bir rulet masasını andırır. Tanrıların can
sıkıntılarını gidermek için rulet oynadıkları koca bir masa. Tanrıların
krupiyesi var mıdır bilinmez ama oyuna sürülen hep insandır. Ontolojik olarak
bir işkencedir yaşam, tanrıların kumar
masasına sürülen insan için. Kazanmanın tek yolu vardır o da krupiye bakmadığı
sıradan masadan fiş çalabilmektir. İşte
ölümsüzlük tanrıların rulet masasından krupiyeye çaktırmadan kendi hayatını
çalabilmektir.
Milan Kundera kitapta hem yazar,hem anlatıcı hem de kahramandır.
Kitap ilk bakışta birbirinden bağımsız gözükse de aslında ustaca birbirlerine
bağlanmış yedi hikayeden oluşuyor. Kitabın müthiş bir kurgusu var. Hem
hikayeler hem de kişiler özellikle hikayelerin sonunda o kadar ustaca
birbirlerine iliştirilip, bağlanmış ki bu ustalı karşısında şapka çıkarmamak
imkansız. Kitap karakterlerinin aşk,cinsellik, karakter, benlik ve çatışmaları
üzerine bina edilen hayatları ve buna ilişkin sonsuz,hayvani hırslarının
ölümsüzlük isteğinin yada ölümlü olmanın verdiği bir geçiciliğin hızlı bir
şekilde tatmini üzerine insanların (Goethe
ve Hemingway’i de katarak) hayatlarına ayna tutuyor. Kitapta ilgimi çeken en
önemli nokta yazarın kitapta hayvani
hırsları, kötüyü , kovalayanı hep
kadınlara has bir karakter olarak tasvir edip, erkekleri ise onlardan sakınmaya
çalışan saf temiz yaratıklar olarak tasvir etmesi. Bu mana da oldukça erkek
egemen bir dilin ve bakış açısının var olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle yazar
Goethe’yi devamlı kaçan, Bettina’yı ise devamlı kovalayan,Goethe aracılığı ile
ölümsüzlüğü yakalamak için sinsice planlar kuran kurnaz,çirkef ve yapışkan bir
mahlukat olarak tarif etmiş. Bettina bu özellikleri ile bende özellikle Hüseyin
Rahmi’nin romanlarındaki zengin avcısı, fettan kadınları hatırlattı.Bunun
yanında yazar, romandaki diğer iki kadın karakter olan kardeşler Agnes ve Laura
arasındaki farklılıkları,karşıtlıkları ve karakteristik özelliklerini ustaca
işlemiş.
Yorumlar
Yorum Gönder