Maddenin Üç Hali; Bireyci, İslamcı, Toplumcu...


Hep suçlanırdık; maddecilikle, dünyevi olana düşkünlükle ve ilginçtir aynı zamanda servet düşmanlığı ile. Bugün de suçlanıyoruz aynı şeylerle ama bir farkla. Bugün bizi suçlayanlar sadece dillerine vurmuş bir maneviyatçılıkla batmış oldukları maddeciliğin çukurlarından dillendiriyorlar bu suçlamaları. Utanmadan ve haya etmeden.
Materyalizmi kaba bir maddeciliğe, Komünizmi sadece kaba bir dinsizliğe, Aleviliği “mum söndüye”  , Kürtlüğü karda adımlanan “kart kurta ”, kadını “bacı”ya, namusu “bacağa”   indirgeyen bu kafa  “Materyalizme, Komünizme, Faşizme, Kapitalizme, Siyonizme ve her türlü Emperyalizme” karşıyız diye kafa kafaya verip hep bir ağızdan çemkirdiklerinde, kendi kendime;

-“Allah!  Allah! Bu işte bir yanlışlık olmalı. Her şeye de karşılar bu adamlar, nasıl oluyor bu iş” diye düşünür,

- “İnançsız bunlar yahu, hiçbir şeye de inanmıyorlar baksana” derdim.

Aradan epey bir zaman sonra aslında bütün bu yeminlerin aslında bir “cambaza bak” oyunu olduğunu, oyunun kapitalist tarafından,   kapital ile motive edilen bir zikrin fikrini gizleme çabası olduğunu anladığımda kendi saflığımla epey dalga geçmiştim.

Bir süre sonra çok sık dillendirilmese de “İslami ekonomi” sözcüğü kulaklarıma çalındığında, yine aynı saflıkla, şaşkınlığa düşmüştüm. Benim naçizane, bölük pörçük bilgim, ekonominin dini olamayacağı yönündeydi.  Evet;  “belki dini imanı ekonomi olanlar vardı ama dinin ekonomisi olamazdı, olmamalıydı” diye düşünürken,  bir yandan da bu işin,   “hayatların da dini ekonomik olarak kullanmaya özen gösteren “laikçilerin”  oyunu olduğunu düşünmedim” değil hani.  Benim için; “kim için”, “kime karşı”  ve “nasıl örgütlendiğiydi” önemli olan ekonominin. Gerisi teferruattı.

Ardından “faizsiz bankacılık” çıktı. Sanki;  bankacılık faaliyeti pir-ü pak bir işmiş de, sadece faiz kısmı tu kakaymış  da, onu da “kar payına” dönüştürdüğünde dinen bir mani kalmazmış gibi yapmakla işi hallettiklerini sananları gördükçe, kendi maddeciliğimden utanır oldum.  Üretime,hizmete, emeğe dayanmayan her türlü spekülatif kazançtan-ki buna faizsiz bankacılık da dahildir(bence)- uzak durmayı emreden din, söz konusu olan kazanç,biriktirme,maddecilik! olunca revize edilmekten kendini kurtaramıyordu anlaşılan.

Haram, “Helal”e  dönüşünce eline bir de sertifika veriliyor: Helal Sertifikası. Sertifika da, o üründe domuz yağı ve türdeş maddelerin kullanılıp kullanılmadığı, eğer bir canlıdan elde edilmiş ise kesiminin İslami usullere göre yapılıp yapılmadığı ve daha nice standardizasyon var iken, ne yazık ki hiçbirinde bu ürünü üreten işçinin aldığı maaşın asgari mi yoksa dolgun mu (yada doygun mu demeli) olduğu, ailesinin geçimine yetip yetmediği ile ilgili bir standart bulunmaz. Bulunmaz çünkü bu işçinin de insan olduğu ancak ramazanda “ ramazan paketi” , kandiller de simit dağıtılırken ve belki de fabrikanın tek mescidinde  cemaatle birlikte kılınan Cuma’larda hatırlanır. Onun dışında işçinin adı yoktur, ille de bir adı olacaksa işçinin,  adı; verimlilik olur, bordro olur, personel gideri olur,eleman olur, karlar düşmüşse akla ilk gelen olur, işten çıkarılacaksa “yeniden yapılanma” olur, ölmüşse “Allah rahmet eylesin” iş kazası olur…..

Tabi bütün bunlar olunca, o muhteremler burjuva olur; hem de en “İslamcı”sından. İtiraz edebilirsiniz elbette;” İslami yada İslamcı burjuvazi olur mu?” diye. Bana sorarsanız olmamalı; İslami yada İslamcı burjuvazi belki hazmedilebilir ama İslam burjuvazisi kesinlikle hazmedilebilir bir şey değildir. Ancak siz eğer kapitalizmin en vahşi döneminin ekonomik araç ve yöntemlerinin değişik bir veçhesi haline getirdiğiniz düzene İslami  bir atıf yaparsanız, bunun  hazin sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız. Üretim ilişkileri, ücret-fiyat dengesi, artı değer gibi kapitalizmin amentüsüne iman edip, tatlı karlarınızı “faizsiz bankacılıkta”, altında, rezidanslarda, gayrimenkulde değerlendirerek,  el koyduğunuz artı değerin vebalini zekat ve fidye-i necatla temizleyerek diğerleri ile aranızda bir farklılık yaratamazsınız.  İslam;  teslim olmak ise teslim alanın (Allah’ın) indinde;  teslim olanların, esir olanların (kulun) arasında hiçbir fark yoktur ve onların tek sıfatları “esir” olmalarıdır. Ancak teslim olduğunu iddia edenler,  esir sıfatlarının yanına  başka bir sıfat daha eklemeye çabalıyorsa;  onlar, teslim olmamış demektir.

Dünyevileşmek samimiyeti yitirmektir. İnanca olan samimiyetinizi bir kez yitirdiğinizde artık, inanç; üzerinizde belli aralıklarla değiştirdiğiniz bir tekstil, menzile giden istasyonun büfesinde doyumsuzca saldırdığınız öteberinin tadının huşusu ile uyuşan dilinizde alışkanlığın bir eseri olarak “kelime-i şahadet” ya da “çok şükür”,   başınızda türban ya da fes, vücudunuzda mevsimsel olarak değişen bir deriden farklı bir şey değildir.

“Var” iken şükretmek, kalbi sağlam tutmak kolaydır;  “yok” iken şükredebilmek, kalbi sağlam tutmak ise başlı başına bir sınavdır. Başınızda bir dam var iken, tok iken, üşümüyor iken, mutlu iken dilinizden dökülecek bir “yarabbi çok şükür” ile samimiyetinizi sınadığınızı sakın ola zannetmeyin; bu halde iken dilinizden dökülecek “şükür”  ancak  “devamını, devamlılığını beklerimin” ötesinde bir mana taşımaz bence. Başınızın üzerinde bir dam yok iken, soğuktan tir tir titrerken,karnınız açlıktan karanlık gökyüzü gibi ağır ağır gurulduyorken ve haliyle mutsuz  iken hatırlanan “şükür” ise,  samimiyetin kaybolmadığının tescilidir.

İnancın samimiyeti;  sadelikte, vazgeçmişlikte boy verip yeşerir. Vazgeçmeden,sırça köşklerinden vaaz buyuranların,ele talkımı kendilerine salkımı verenlerin, muktedirin sofrasına bağdaş kuranların, kirlenmişliklerini  son icatları olarak ihdas ettikleri  “günah işleme özgürlüğünün”   altına süpürenlerin  halet-i maneviyesini  bence  “ateyizler”  bile açıklayamaz.

Ama “ateyizler”,   bir zamanlar; ömürlerini  skülerizmin  şehavetine kendini kaptırmış “laikçilerle” mücadeleye adamış “mücahidan”ın,   ulaşamadığı ciğere mundar  diyen  kedi gibi, mundar ilan ettikleri sküler nimetlere nail olduklarında kendilerini nasıl mundar ettiklerini belki açıklayabilir.

Başı açık,saçları boyalı, makyajlı; tesettür yerine onların deyimi ile “açık-seçik” giyen, camiye-cumaya  pek uğramayan muhtemelen beynamaz, değilse de şeriatı tahrif ve tahkir eden,  giydiklerinden  ve tavrından oldukça zengin bir yaşam sürdüğü  belli olan, elit;  korunaklı semtlerde nezih apartman yada apartlarda  steril bir hayat yaşayan, pek muhiti dışına adım atmayan ancak attığında da  ekmek kavgası peşinde koşturmaktan rengi küle dönmüş, pelit gibi kurumuş, avurtları çökmüş; tek tutanağı olan Allah’a sığınıp başını örtmüş emekçi bacıya çemkirmeyi marifet sayan; onları terbiye edilmesi ve mümkünse çoğalmalarını engellemek için kısırlaştırılmaları gereken ( Ayol! Bunlarda her tarafı sardılar. Hallerine bakmadan çoğalıp duruyorlar)  bir tür olarak gören;  bu türün korunaklı muhitlerine bir adım yaklaşmaları halinde ise kriminal çığlıklar atan, elitizmin dini olan “laikçiliğe!” inanan  “laikçi teyze!” tarifleri vardı. Tamamı ile haklı olmasa da kısmen bu tarife uyanlar yok değildi. Evet vardı.

Ancak bir  zamanlar yerden yere vurduğu “laikçi teyzenin” sefih yaşamını aşama aşama takip edip, taklit eden; ya etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelerde ya da yukarı doğru baktığınızda boynunuzun hareket yeteneğini sonuna kadar zorlayarak anca görebileceğiniz gökdelenlerde ikamet eden; hıncahınç yorgun insanlarla ağır trafikte ilerleyen otobüsün hemen paralelinde devasa ultra lüks ciplerde;gözlerdeki şeytani kibri örten binlerce dolarlık kapkara gözlüklerle ama ille de Cacharel  marka olması gereken başörtüsü ile muhakkak yaşadığı değişime rağmen hayat tarzını ve maneviyatını muhafaza ettiğine inanan;  “laikçi teyzenin” muhafaza etmiş versiyonu olan muhafazakarlar yazıyor garibana çemkirmenin kanununu şimdi.

Şimdi soruyorum sizlere.  Şekli birtakım farklılıklar ve değiştirilmesi birkaç nesil alacak olan söylem ve ifade alışkanlıklarının dışında  “laikçi teyze” ile “muhafazakar teyze” arasında bir fark var mıdır?
Bence yoktur.  Çünkü;  “laikçi teyzede” “muhafazakar teyzede” aynı devasa binalarda, korunaklı semtlerde kendi dünyalarının dışında  izole bir hayat sürerler; ancak laikçi teyzenin lüks yaşam alanında batılı çağdaş esintiler taşıyan bir iç dekorasyon varken, mütedeyyin teyzemizin konutunda  Osmanlı ve Mekke esintileri taşıyan bir iç dekor söz konusudur. Laikçi teyzemizin bindiği  4X4 cipin camında binicilik kulübünün arması varken, mütedeyyin teyzemizde ise peygamber mührü çıkartması daha olasıdır. Laikçi teyzenin aksesuar olarak taktığı eşarp ile muhafazakar teyzemizin inancı gereği taktığı eşarp aynı markanın ürünü olup, bir asgari ücrete yakın bir etiketi vardır. Laikçi teyzemiz artık Ege ve Akdeniz sahilleri avam ile dolduğundan tatillerini artık egzotik Uzak Asya sahillerinde deniz banyosu yaparak geçirirken, mütedeyyin teyzemizde yurt sahillerinin banalleşmesinden mütevellit bir iç çekme ile kendini dünyanın cennetine, haremlik-selamlık bol yıldızlı tatil köylerine atar; üstelik bu tatil macerası dolayısı ile kendisine hediye edilen Umre ziyareti sebebi ile iki cihan saadetinin  kapısını da aralamış olur. Laikçi teyzelerin sosyetik partileri,konken buluşmaları ve  kokteyllerini ; mütedeyyin teyzelerimizin “baby showerları”, bir inanç ritüeli olmaktan çok teşhir amacı güden “tesettür giyme” törenleri, yaldızlı varaklı mevlit davetiyeleri, pahalı  otel iftarları, sosyal sorumluluk projesi olarak dillendirilen sosyal teşhir projeleri  takip eder. Ve işin en acı tarafı, inançlı olduğuna vurgu yapan  mütedeyyin teyzemiz  de , mütedeyyin teyzemiz tarafından inanç konusunda zayıf olmakla itham edilen laikçi teyzemiz  de aynı tanrıya inanır; zenginleştikçe kendine olan imanın daha pekleştiği tüketim tanrısına.

Elbette laikçi teyze kadar mütedeyyin teyzenin de zengin bir hayat yaşama hakkı vardır. Laikçi teyze kadar mütedeyyin teyzenin de zengin bir hayat yaşama hakkı, ancak geri kalan insanlarında bu yaşamı sürme hakkı kadardır; Bu, ondan ne bir eksik ne bir fazla olmalıdır. Ancak burada teşhir edilen, “bir lokma bir hırka”, “bir dost bir post”  anlayışından;  Halife Ömer’den, Ebu Zer el- Gıffari’den  bahsetmekten yorulan dillerin her şeyden tasarruf yaparken  kendi şahsi ikballerinden asla vazgeçmeyip, “itibardan tasarruf olmaz” diyerek; garibanının arkasından koştuğu, kovalayıp yorduğu parayı (zenginliği)  bir avuç zenginin (muktedir)  kolayca yakalayıp iç etmesidir.


“ Güzeli, kadını,kesif yaşamayı seviyorum. Bu insanlara ve onların mutluluklarına haset etmiyorum, ama benim ve benim gibilerin sefaletinin de bir yaşam biçimi olması gerektiğini de söylemiyorum. Seçmek elimde olsaydı, zenginliği yoksulluğa yeğlerdim.

Bununla birlikte, bugün dünyanın hemen her yerinde egemen olan ve azınlığın mutluluğu için tek koşul olan korkunç sefaletin ortasında görkemli bir yaşamın mutluluğunu aklım almıyor. Eğer refaha erişmem bu koşulla mümkün olacaksa, kendi yoksulluğumu yeğlerim. Başkalarının felaketi yanında, üzerinde bana mutluluğumu sunacakları altın tepsiyi hiç çekinmeden yere fırlatırdım” (Akdeniz, Panait İstrati,s.17) 

İşte bizim maddeciliğimizin kısa amentüsü… yaşasın herkes için zenginlik!


Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA