Aylak Adam / YUSUF ATILGAN
Bazı insanlar vardır; başkadırlar. Başka bir biçimde
düşünürler, sizin ve sizin gibilerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir
yerden yakalarlar ayrıntıları.
Yürüyüşleri,yemek yiyişleri,giyinişleri,konuşmaları,sessizlikleri bile farklıdır. Öteki
insanlardır onlar. Adına gelenek, görenek,adet,alışkanlık dediğimiz tekdüzeliklerin,insanı
makine ritminde yaşamaya iten pespayeliklerin hiçbirinin yanına uğramazlar. Bin
bir toplumsal dayatma ve kaygı ile sabah yatağından kalkan, otobüse koştur
koştur yetişen,işe giden,öğlen yemeğine çıkan,mesai bitiminde bir an önce evlilik denilen karanlık çukurun
içine kendini atıp, alışkanlıkla “merhaba aşkım,hoş bulduk ” deyip,karısının
dudağından öpen, “sevişelim mi? hadi
sevişelim.” deyip, ağır bir makinenin piston kolu gibi ruhsuz,hissiz bir ileri
bir geri sürtünen, “cenabet uyunulmaz.günahtır” deyip banyoya gusüle koşan
milyonların arasında göze batmış bir çöp gibi sırıtır varlıkları. Onlar; yeri
gelir “işe yaramazdırlar”, yeri gelir “mecnundurlar”, yeri gelir “delidirler”, “divanedirler”,
“aylakdırlar”, yeri gelir “biçaredirler”, “miskindirler”, “yeri gelir “ermişlerdir”,”evliyalar”dır.
Tezer Özlü ne güzel anlatmış satırlarında “bu uyumsuzları”;
“…Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak
istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı
anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem
de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak
için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiç
bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları
yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz…”
Bu insanlar Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı gibidir. Hayatı “mış” gibi yaparak yaşayacak cesareti
vermemiştir onlara Tanrı. Oğuz Atay sitem eder Tanrı’ya Tutunmayanlarda ; “
Neden, günahlarının yükünü taşıyacak gücü ona da vermedin? Selim’de kendi
çapında, birkaç kişiyi kandırabilirdi senin yolunda. Meyveleri gösterdin de
ağaca çıkma becerikliliğini esirgedin”
Panait İstrati; Adrien’i
anlatırken ne güzel söylemiş; “ Vaktinin yarısını kaldırımları arşınlamak yada
sabah akşam kitap okumakla geçiriyordu ki, o basit insanlar için ikisi de
birdi. Bu insancıklar iki şeyden birini istemekteydiler: ya gar şefinin oğlu
gibi “davavekili olmak üzere”okumalı yada sürü içinde kalmalı,çalışıp
didinmeli,evlenmeli,çoluk çocuk sahibi olmalı
ve ölmeliydi. Başka yolu yoktu bunun.”
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adamı C’nin “tutamak sorunu”, Oğuz
Atay’ın Selim Işık’ının “Tutunamayan”larına dönüşür. “ Dünyada hepimiz
sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı
insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim
zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına
tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.
Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan
bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi , pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın
öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben,
toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri,
gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize
yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Aylak Adam’ı okurken bir yandan da gayri ihtiyari Panait İstarti’yi, Franz Kafka’yı,
Oğuz Atay’ı, Tezer Özlü’yü düşünmeden edemedim. Bu yazarların hepsinin
kitaplarında ki esas kahramanlarının haleti ruhiyeleri aynı membadan
besleniyor.Hepsi, insanların genelinin aksine,dünyayı, doğmak,büyümek,yemek, üremek
ve ölmek olarak görmek yerine, hayata anlam katmakla,çoğunluğun aksine var
olanla değil olması gerekeni aramak çabası ile, genelden ayrı düşmüş, fikirleri
ile toplum dışında bir yerde, gelenekselin ötesinde konum tutmaları nedeni ile toplumsala yabancılaşmış,bu sebeple acı
çeken,nefes alamamış ,yalnız kalmış insanın hikayesi anlatılıyor.
Aylak Adam’da gördüğüm diğer bir ayrıntı da, Franz Kafka’nın romanlarında da görülen negatif “baba” figürünün varlığıdır. Her iki yazarda da baba figürü “güç ve otorite”yi temsil eden bir nefret objesidir. Gücün pervasızlığı karşısında bireyin yalnızlığı ve çaresizliği, çaresizliğin, zayıflığın bireyin kendisine karşı yarattığı tiksinti duygusu ile resmedilir. Hem Kafka’da hem de Yusuf Atılgan’da baba figürü aslında devleti temsil eder. Özellikle Yusuf Atılgan’ın illegal TKP ile ilişkili olduğu ve o dönemde yaşanılan yoğun devlet baskısı,yazarı TKP çevresinden ve çok sevdiği arkadaşlarından (Vedat Türkali) ayırmış, yazar bilinçli olarak kendini uzak tutmuş ve Vedat Türkali’ye “ yakalandığımda diğer arkadaşlar gibi dayanamayıp,arkadaşlarıma size karşı şerefsizce bir ihanet içinde bulunmak istemedim” diyerek, aslında çok sevdiği teyzesine karşı hayvani bir iştahla saldıran babasının şahsiyetinde devlet pervasızlığını resmetmiştir.
Diğer bir konu da Kafka ile Atılgan’ın roman kahramanlarının
isimlerini ilk harfleri ile yazmaları. Örneğin, Aylak Adam’da ki C. ve B, Kafka’nın
Şato’sunda ki K. İle biraz daha farklı düşünülebilecek olsa da aynı
bakış açısının bir ürünü olduğunu düşündüğüm Dava’da ki Josef K. Tabi buna bir
de Emrah Serbes’in Behzat Ç’si de
eklenebilir. Bütün bu roman kahramanların ortak özelliği, bir çeşit
yabancılaşma ve varoluşsal bir bunalım
yaşamalarıdır. Bence isimler sadece tek
harf ile belirtilip, okuyucunun, kahramanları
biri ismin insana kazandırdığı etten kemikten sıyırıp, günlük
hayatta karşılaştıkları bir takım benzer şahıslar üzerinden tanımaya ve
tanımlamaya çalışmalarını engelleyip, sadece özgün bir ruh hali ile öne
çıkarıp, bu ruh hali üzerinden fiziksel özelliklerini flulaştırıp fiziksel
özelliklerinin dışında tanımlamaya ve vurgu yapmaya yönelme maksatlıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder