Ölü Deniz / JORGE AMADO

Amerika kıtasının talihi aynı zamanda talihsizliğiydi. İspanyollar kıtaya ayak bastığında karşılaştıkları zenginlik karşısında “Cipangolularda (Bahama) bol altın vardır ve onların bu altını çıkardıkları maden yatakları tükenmek bilmez…”* demekten kendilerini alamamışlardır. Kendilerini dostlukla karşılayan yerlilere karşı savaş açmakta gecikmeyen İspanyollar, yerlileri köleleştirmeden önce Katolik inancını benimsetmekten de geri durmazlar.Yerlilerin kendi elleriyle gösterdikleri altın ve gümüş madenlerinde, ölene dek çalıştırılan yerliler,bir müddet sonra başlarına  gelen felaketin idraki ile intihar edip, çocuklarını kendi elleri ile öldüreceklerdir.Tek silahları ok ve taş olan yerlilere karşı zırhları ve ateşli silahları ile karşı koyan fetihçiler kıta içerilerine doğru hızla yayılıp zengin altın madenlerine aç kurtlar gibi saldırıp,yerlileri ölümüne çalıştırıp, köleleştirirler. Fetihçiler öyle acımasızdır ki “yabancı fatihler ufukta göründüğünde Amerika’daki yerlilerin toplamı en az yetmiş milyonken, bir buçuk yüzyıl sonra yerli nüfusu üç buçuk milyona düşer”*  Artan işgücü talebi Afrika’dan ithal edilen zenci köle işgücü ile karşılanır. Portekizliler Afrika kıyılarından topladıkları köleleri okyanusa geçmeden önce vaftiz etmeyi ihmal etmezler. Yolculuk esnasında açlıktan ve hastalıktan ölen kölelerin yanı sıra, “yemek yemeyerek,kendilerini zincirleri ile asarak ya da köpekbalıklarının kaynaştığı okyanusa kendilerini atarak intihar ederek”* ölenler de çoğunluktaydı. Fethin itici gücü altın ve gümüş ticaretiydi. Ancak zamanla fetihçiler beraberlerinde şekerkamışı da getirirler. Şeker o dönemde Avrupa’da altın değerindedir ve “beyaz altın” olarak adlandırılmaktadır. Kıtada şeker üretimi için armanlar yok edilir, yeni tarım alanları açılır ve toprak inanılmaz bir şekilde verimsizleştirilir. Ancak bu yeni şeker plantasyonlarının (daha sonra kahve,kakao,kauçuk olarak devam eder) açılmasını ve Afrika’dan daha çok zenci köle taşınması ile sonuçlanır. Fetihçiler bir yandan hem yerlileri hem de Afrikalı köleleri ölümüne çalıştırırken onların yerel dini inançlarını yasaklayıp,Katolik inancını kabul etmeleri için baskı yaparlar. Ölümüne çalışarak da olsa yaşıyor olabilmenin ön şartı Katolikliği kabul etmektir. Ancak köleler için kilise katlanmak zorunda oldukları sömürü sisteminin bir parçasıdır.Gönülsüzce,zoraki de olsa Hrıstiyanlık benimsenir ancak, “kayıp vatanların özlemle beslenen destanları ve efsaneleri gibi,Afrikalı tanrılarda Amerika’daki köleler arasında yaşamaya devam eder.Zenciler bu yolla, (tıpkı yerli Amerikalılar gibi) törenlerinde,danslarında ve büyülerinde, Hristiyanlıkta bulamadıkları kültürel bütünlüğü” *yaşamaya çalışırlar.

Kitap Brezilya’da  Bahia’nın Salvator körfezinde tekneleri ile taşımacılık yapan yoksul denizcilerin yaşamını konu alır. Bu körfez 18. yüzyılın başında çok  sayıda Afrikalı kölenin şeker plantasyonlarında çalıştırılmak üzere  gemilerle taşındığı yerdir aynı zamanda. Bu yüzden nüfusunun %80’i siyah ve Afrikalıdır ve Afro-Brezilya kültürü ağırlıklı olarak hissedilmektedir. Amerigo Vespucci tarafından  1 Kasım 1501'de keşfedildiğinde kıyı şeridi boyunca tropikal ormanlarla kaplı son derece verimli toprağı,sömürgecinin doymak bilmez iştahası yüzünden,şekerkamışı üretimi için acımasızca talan edilmiş ve bir savanaya çevrilmiştir.

Yazarımız Jorge Amado’da Bahia’da bir kahve plantasyonunda büyümüş ve bir Cizvit okulunda okumuştur. Bu yüzden eserlerinin tamamına yakınında  göçmen siyahlar,melezler ve yoksul beyazların yaşadığı sefalet dolu ancak aynı zamanda efsanelerle harmanlanmış yaşamlarını konu alır. Bu yüzden kitapta yoğun bir şekilde Yeni Dünya’daki Afrika tadını,Afrika kokusunu ve Afrikanın dinsel ritüelleri ile dolu danslarını ve müziklerini, batıl efsanelerle süslü inanışlarını görürsünüz. Kitap, küçük,basit, yoksul ve sıradan insanların küçük dünyalarının destansı ve şiir dolu büyüklüğünü,yüzyıllardan beri süregelen destansı inanışlarını,halk söylencelerini,efsanelerini,yiğitlik öykülerini şiirsel,yalın , lirik bir anlatımla kayda geçip ölümsüzleştirmiştir.

Bir Afro-Amerikalı olan genç,korkusuz,yakışıklı ve yiğit denizci ve aynı zamanda romanın başkişisi olan Guma, Denizler Tanrıçası Iemanja’dan ömür boyu birlikte mutluluk ile yaşayacağı bir eş ister. Çok geçmeden Iemanja ona güzel Livia’yı verir. Yalnız Tanrıça Iemanja güzel,bereketli,cömert olduğu kadar,kurbanda istemektedir. Limandaki denizcilerin büyük bir çoğunluğu er yada geç Iemanja tarafından alınmakta,denizciler geride aç yoksul eş ve çocuklar bırakmaktadır.Livia her ne kadar Guma’yı bu sondan kurtarmak için denizlerden vazgeçmesini isterse de başarılı olamaz. Guma, fırtınalı bir günde alabora olan teknesindeki yolcuyu kurtarır ancak kendi bir köpekbalığının saldırısı sonucu ölür ve cesedi bulunmaz. Genç ve yakışıklı Guma,  Iemanja tarafından alınmış ve onunla birlikte başka deniz ülkelerine seyahate çıkmıştır. Tanrıça Iemanja diğer Afrika ve yerli inanışlarında olduğu gibi deniz insanlarının hem eşi hem de anası olarak büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Geceleyin ay ışığı altında saçlarını limanın taşları üzerine serip taramaktadır. Ancak Iemanja deniz insanlarının kaderini elinde tutan bir tanrıça olarak kurbanlar,canlı vücutlar istemektedir. İstediği olmayınca öfkelenmekte,fırtınalar çıkarmakta ve kurbanlarını kendi eliyle almaktadır.
Afrika ve Amerika yerlilerinin (Maya-Aztek-İnka) inançlarının harmanlanmış olduğu tanrı ve kurban  ritüelleri ile sömürgecinin Katolik inancının ritüelleri ikili bir inanış sisteminin varlığını gösterse de, yerlilerin inanışları ağırlıklı olarak destanlar şeklinde kulaktan kulağa,kuşaktan kuşağa taşınarak sürekliliğini korur. Sömürgecinin dini aynı zamanda sömürünün bir parçası olduğundan isteyerek ve kolaylıkla içselleşmez. Bu isteksizlik aynı zamanda bir başkaldırının da ifadesidir aynı zamanda. Yeni Dünya’nın tarihinin aynı zamanda bir başkaldırılar tarihi olduğu düşünüldüğünde, kahramanların aynı zamanda tanrı düzeyine yükseltilmesi ve tanrı ile yarenlik yaptığı düşünülmesi oldukça sık karşılanır.

Kitapta bahsedilen Besouro’da bunlardan biridir. “Besouro bir yiğitti,onu kalleşçe öldürdüler…Engenho’ların, yeşil şekerkamışı tarlalarının eskiden ve şimdi sahipleri olan,saviro’ların ve sandalların taşıma ücretlerini eskiden ve şimdi saptayan baronlara,kontlara,vikontlara,markilere karşı savaşıyordu. Engenho’ları basıyor,ürünlerden pay alıyor,denizde ölenlerin dul ve yetimlerine dağıtıyordu. Baronlar,kontlar,vikontlar,markiler parlamentoda söylevler çekiyor,konuşuyor ,güzel şaraplar içiyor,kölelerin ırzına geçiyor, zencileri kırbaçlıyor, saveiro kaptanlarına ve sandalcılara uşaklarıymış gibi davranıyorlardı” (s.123)… “Baronlar,kontlar,vikontlar,markiler derebeylik şatolarının kalıntılarının yanındaki mezarlarında uyuyorlar,içine kapatıldıkları mezarları zaman kemiriyor. Ama Besouro gökyüzünde parıldıyor…Birgün geri dönecek ve uzak ülkelere giderek ezilen Zencilerin öçlerini alacak.”(s.191)


*Latin Amerikanın Kesik Damarları,E.Galeano



Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA