Sodom'un 120 Günü / MARQUİS DE SADE
Öncelikle kitabın metrobüs,otobüs, vapur gibi toplu taşıma
araçlarında okunmasının sakıncalı olacağını söyleyerek başlayayım. Eğer böyle bir hata
yaparsanız, siz okurken birkaç meraklı gözün sizinle birlikte okuduğu satırlar
üzerine, bakışlarının değiştiğine, sertleştiğine, neredeyse küfre varan bir
eğilimle size döndüğüne, sapık muamelesi görmenize ramak kaldığınıza şahit olursunuz. Kitabın edebi anlamda hiçbir
değeri olmadığını düşünüyorum. Oldukça kaba, hatta iğrenç diyebileceğim ağır
pornografik bir içeriğe sahip olmasının yanı sıra oldukça basit ve yavan bir
yazı diline sahip. Bu açıklama
karşısında; “Peki bu kitabı neden
okuyorsun? Yada neden okumalıyız ?” sorusuna verilebilecek iki cevabım var.
Bunlardan ilki; ömrünün 29 yılını cezaevinde geçiren kitabın yazarı Marquis De
Sade ‘ın, bu kitabı da cezaevindeyken yazdığı ancak henüz tam anlamı ile
bitirememişken 1785 yılında Bastille Cezaevinden sevk kararı nedeni ile
hücresinde sakladığı notlarının,
141 yıl sonra 1926 da cezaevinin restorasyonu sırasında gizlediği el yazmalarının bulunması ve ilk haliyle yayımlanan bir kitap
olmasıdır. İkinci olarak Marquis De Sade
‘ın, isim babası olduğu “sadizm”min kökeninin onun yazdıklarına dayanması, fikirlerinin
bir çok felsefi akımı etkilemesi ve beslemesi,Darwin’den Nietzsche’ye hatta Camus’a kadar devam eden
etkisinin izlerinin Nazizm’e kadar varan
sürekliliğinin bulunmasıdır.
Marquis De Sade ‘ın, hedefinde Hıristiyanlık ve dolayısı ile Tanrı vardır. Katolik
kilisesinin ekonomik ve toplumsal yaşamdaki başat etkisi sebebi ile aşırı
zenginleşmesi ve yozlaşması,siyasal ve dünyasal etkinliklerle içli dışlı olması
sebebi ile yine kilise içerisinden gelişen Reform hareketinin etkisi, coğrafi
keşifler ve yeni ticaret yollarının keşfi dolayısı ile gelişen ticaret üzerinde
kilisenin etkisini ve kilisenin bu ticaret üzerinde iddia ettiği hak üzerine,
kilisenin toplumsal yaşamdaki etkisini zayıflatacak ve ticaret önündeki yapısal
eksikliklerini aşacak,insanın ve aklın ön plana çıkarıldığı aydınlanmacı ve laik
bir toplumsal dönüşümün kaçınılmaz
sonucu olan Tanrı’nın gökyüzündeki krallığının elinden alınıp yeryüzüne,
insanın krallığına teslim edilmesi sonucunda
gelişen Aydınlanmacı fikriyatın etkisindedir Sade.
Ancak Sade Tanrı’yı
yoksamaktan çok meydan okur; “Bir
yaratıcının varlığının çocukların bile inanamayacağı……bir saçmalık olduğuna
tamamen inanıp,çok erken yaşta aştım din safsatasını. Eğilimlerimi bu
yaratıcının hoşuna gitmek üzere düzenlemek zorunda değilim artık. Bunları
doğadan almışım ve karşı koyarak rahatsız etmeyeceğim onu;bana kötü eğilimler
verdiyse,bunlar gereklidir ona” (s.18)
diyerek Tanrı’yı doğa adına yadsır.Doğa cinselliktir onun için,arzularına
hizmet eden, ona haz veren,şehevi duygularını
coşturan hiçbir davranış
yadsınmamalıdır.İnsan arzularının, karşısında ahlaki değerlerin, erdemin hiçbir
anlamı yoktur.İnsanın arzularına hizmet edecek her yol mübahtır. Zaten olması
gereken, doğanın emrettiği de odur.
Sade’a göre “Bir tek arzumuz karşısında yeryüzünün bütün insanları nedir ki!” Arzu söz konusu olduğunda cinayet, kötülük,
işkence suç olmaktan çıkar. “Doğa için
kendi tohumundan yarattığı bir araçtan başka bir şey değilim ve tüm suçlarımda
sonuç olarak ona(doğaya) hizmet
edecektir: Bana ne kadar suç esinlerse, o kadarına ihtiyacı var demektir: Ona
direnme aptallığını göstermeyeceğim asla. Bu yolda karşımda kanunlardan başka
bir şey yok,onları da hiçe sayıyorum zaten; servetim ve saygınlığım, beni
halktan başkasını ilgilendirmeyecek bu sıradan sıkıcı belaların üzerinde
tutuyor(s.18)….Erdemden çok farklı davranışlar beklediği bazı varlıklara
kötülüklerde bulunmasına olanak sağlayacak servetler veren ve bunu kötülere de
ihtiyaç duyduğunda yapan bu garip ana,
yani doğa(s.17) ..” değil midir?
Dolayısı ile doğa bir takım insanları (Nietzsche: üstün insan )[1]
arzularının, şehevi duygularının tatmini için her türlü, suçu, işkenceyi,
sapkınlığı, kötülüğü,zorbalığı,alçaklığı doğal kabul ederken,bir takım
insanlarında bu arzuların ve içgüdüsel sapkınlıkların tatmininde bir nesne ve
bir araç olarak var olmasını doğal kabul
eder.
Bu insanlar arasındaki eşitsizliğin gerekli ve doğanın
isteğinin bir parçası olduğu ön kabulüne de yol açar. “Dünyada zavallıların da
olması gerektiğine, bunun doğanın isteği olduğuna, zorunlu kıldığına ve
o,dengesizlik istediğinde denge sağlamaya çalışmanın onun kanunlarına karşı
gelmek anlamına geldiğine inanırdım…..Sefalete duyulan her türlü merhamet
doğanın düzenine karşı işlenmiş hakiki bir suçtur.Biz bireyler arasında
yarattığı dengesizlik,eşitsizliğin hoşuna gittiğini kanıtlamaktadır.Çünkü bunu
yaratan odur ve bünyesinde bunu istemektedir…Zayıflara hırsızlık yaparak
düzeltme olanağı verdiğine göre,güçlülere de yardımı reddederek eski durumuna
dönme olanağı sağlamıştır…Zaten, bu zavallı
insanlar sınıfına iyilik yaparken bir başka sınıfa kötülük etmiş olurum. Çünkü
bahtsızlık, zenginin şehvet yada zulüm nesnesini arayacağı kaynaktır. Bir
sınıfa yardım etmeyi keserek bir haz yolunu açık tutuyorum…Onları bulundukları
durumda bırakmakla kalmam,aynı zamanda bu durumun sürüp gitmesine yardım
ederim.(s.201)..merhamet budalalara özgü bir erdemdir. İnsan biraz dikkat
ettiğinde, bize şehvetten başka bir şey kaybettirmediğini görür.”(s.174)[2]
Sosyal Darwinizmin ilk öncüllerini Darwin’den yıllar önce ortaya atan Sade’a
göre eşitsizliğin doğallığı ve zayıfların bir tatmin ve haz nesnesi olarak
kendi kaderlerine terk edilerek doğal seleksiyonun acımasız güç ilişkileri
içinde yokluğa mahkum edilmesi;; aslında
hazzın ve mutluluğunda kaynağıdır. Şöyleki ; “ Karşılaştırma zevki, zavallıları
izlemekten doğan zevk.Benim haz aldıklarımdan haz alamayan ve acı çeken birini
görmekten dolayı şunları söyleyebilmenin hazzını alır insan: Ben ondan daha
mutluyum.İnsanların eşit olduğu ve ayrımların olmadığı yerlerde mutluluk
olmayacaktır.(s.155) Sade’a göre insanlar arasındaki eşitsizlik ve ayrımların
doğanın bir emri olduğuna göre buna karşı çıkanlar ise “doğanın kalplerimize
yerleştirdiği tek etki olan, ne pahasına olursa olsun kendimizi tatmin etme
düşüncesi” yolunda, bu tatmine dönük
“cinayet ve suç işlemekten, işletmekten ve esinlemekten bıkanlardır.”
Sade’a göre inanç “gerçek bir ruh hastalığıdır…Bahtsızların
ruhuna işlemesi daha kolaydır.Çünkü inanç onları sakinleştirir, kötülüklere
sükunetle katlanmalarını sağlayacak safsatalar sunar.” Bu yönüyle inanç yada din, bahtsızların dayanma gücünü
arttırırken bir yandan da onlar üzerinden haz ve şehvet devşirenlerin,
aldıkları hazzın süresinin ve şiddetinin artmasına da yardımcı olur.[3]
İnsanlar arasında ki eşitsizliğin ve ayrımın doğa yasası
olarak kabul edildiği Sade’de , iktidar;
bir grup seçkin erkeğin arzu ve şehvetlerini tatminine yönelik her türlü suç işleme
özgürlüğüne sahip,yargılanamaz,hesap sorulamaz bir yapının erkek cinsiyetindeki
adıdır.Her ne kadar kitapta bu seçkinci grup arzularını erkek bedeni üzerinde
de tatmin etse de, iktidarın hükmettiği asıl vücut
kadın bedenidir.Erkek bedeni bu iktidar
yapısında arzuların tatmininde değişiklik yaratmaya dönük,farklı bir
cinsel çeşninin ara formudur. Kadınlar, “hazlarımız için yaratılmış zayıf ve
esir yaratıklardır..aşağılanma ve itaat tek erdemleri olmalıdır.” (s.63) “
Dünya için çoktan ölüsünüz ve yalnızca bizim haz almamız için hayattasınız..Bir
sineğin ölümünü kimse fark etmez yeryüzünde.Yaptıklarımız biraz aşırıya kaçıyor
şüphesiz. Hiçbir şeyden iğrenmeyin,kılınızı bile kıpırdatmadan teslim olun ve
her şeye sabır , itaat ve cesaret gösterin.Şanssızlık eseri aranızdan biri
tutkularımız sonucu ölürse,kaderi böyle demektir…Bu dünyada sonsuza kadar var
olamayız,üstelik bir kadının başına gelebilecek en güzel şey genç ölmektir..”
(s.64) Kadın, “ bir fırın gibi, vajinasının derinliklerinde bir miktar
akıntıdan üretim yapan bir yaratık..” (s.289) olarak düşünüldüğünde hazzın
iktidarının yeniden üretildiği bir alana dönüşür. Ve bütün iktidarlar suç işlemekten
haz alır.
[1] “…..Ortalamalık, istisnaların
varolabilmesinin ilk zorunluğudur: yüksek bir kültürü belirleyen
odur. istisnai insan, tam da ortalamalara yumuşak bir tavırla, oldukları
gibi ve kendisinin de eşitleriymiş gibi davranıyorsa, bu salt bir yürek
nezaketi değildir, —onun ödevidir bu... Bugünün sürü sürücüleri arasında en
nefret ettiğim hangisi? Sosyalist sürücüler, şandala havarileri, işçinin
içgüdüsünü, hazzını, yetinme duyusunu, kendi küçük varlıklarıyla birlikte
gömen, —onu kıskanç kılan, ona kin öğreten... Haksızlık hiçbir zaman hak
eşitsizliğinde yatmaz, «eşit» hak iddiasında yatar... Kötü nedir? Zaten
söylemiştim bunu: zayıflıktan, kıskançlıktan, kinden doğan herşey. —Anarşist
ile Hristiyanın kökenleri, birdir... Ruhların Tanrı önünde eşitliği», bu
kalpazanlık, bütün aşağı duyumluların nefretleri için bu perde, bu
patlayıcı kavram, sonunda devrim, modern fikir ve bütün toplum düzeninin batış
ilkesi haline gelen bu kavram— Hristiyan dinamitidir...”
(Nietzcshe-Deccal)
[2] “Acıma, gelişmenin yasasını, seçi
yasasını büyük çapta etkisiz kılar, çeler Batıp gitmek için olgunlaşmış
olanları ayakta tutar, yaşamın bozuk kalıtımlılarının, sonu belirlenmişlerinin
yararına kendini ayakta tutar, yaşar tuttuğu her tür nasibi kıtın bolluğuyla
da, yaşamın kendisine karamsar, sorunsal bir görünüm verir…. Zayıflar,
nasibi kıtlar yıkılıp gitmelidir: bizim insan sevgimizin başilkesi. Ve onlara
yıkılıp gitsinler diye de yardım edilmelidir.Herhangi bir günahtan daha zararlı
olan nedir?” (Nietzcshe-Deccal) "Hristiyanlığa acımanın dini denir" dolayısı ile Hristiyanlık zayıfların yıkılıp gitmesini zorlaştırdığı ve onlara dayanma gücü verdiğinden,yozlaşmıştır. Nietzsche'ye göre Hristiyanlık yozlaşmış sosyalizmdir.
[3] “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek
üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto
oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin
dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu
oluşturuyor.Halkın aldatıcı mutluluğunu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın
gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki
yanılsamalardan vazgeçmesini isteme, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir
durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin
aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi
anlamına geliyor." (Karl
Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı) Hem Sade hem de Nietzsche dinin sosyal Darwinizmi yavaşlatıcı etkisi ve zayıfların yok oluşunu geciktirici etkisi nedeni ile yadsırken, Marx dinin ezilenlerin bir dayanağı olmasının yanısıra,eşitsizliğe karşı ayaklanışın,varoluşun önünde engel olduğundan da bahseder.
Yorumlar
Yorum Gönder