Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA
Hikayeyi farklı
anlatılarda olsa da hepimiz biliriz. Ülkesinde halkı ile mutlu yaşayan bir kral, yeni yapılan
çeşmeden su içen halkının delirdiğini fark eder. Uyarıları karşısında halkı onu
deli olmakla itham eder. Kral sonunda çeşmeden su içmeyen tek kendisinin
kaldığını görerek, onca delinin arasında
kimse ile anlaşamaz, krallığını yönetemez hale gelir. Delilerin
ülkesinde ben akıllıyım diyerek ülkesini yönetemeyeceğini anlayan kral
fikirlerinden,hislerinden vazgeçerek, onlar için savaşmayarak çeşmeden kana
kana su içer ve deliler ülkesinin “normalleri” arasına katılır.
Tuhaf bir adamdır Kafka. Aslında tuhaf olan biziz. Aynı çeşmenin suyunu
içip toptan delirdiğimiz için içmeyen herkesi tuhaflıkla ithaf ederiz. İlle de
onun da o malum çeşmenin suyunu içip aramıza katılmasını isteriz. Aslında Kafka
o malum çeşmenin suyunu içmemek için inatla savaşan, hırpalanan, yaralanan,
yaralarını onamasını bilmeyen, belki de onamak istemeyen, kendi içine akan ete
kemiğe bürünmüş bir kasvetli bir nehirdir. Kafka yaşamı boyunca hayattan
korkan,hayatı kaybedilmiş bir savaş olarak görür. Herkes için rutin gelen
şeyler onun için oldukça alışılmadıktır. Çok farklı, alışılmadık duyarlılıkları
vardır. Yaşamı boyunca karşılaştığı her şeyin ağırlığını sırtına yüklemiş, bu
yüklerden hiçbir zaman kurtulamamıştır. Delilik boyutlarında içe dönük bir yaşam
sürmüştür. Kendisi de bunun farkındadır
ama hayatta karşılaştığı her şeye olduğu gibi buna karşı da savunmasızdır.
Kafka kendisine “Akıl hastanesinde geniş
çaplı araştırmalar yapmış olmalısınız” diyen bir okuruna
“Sadece kendiminkinde” cevabını verir. Okuru bunun üzerine “kendi akıl
hastahanem” sözü için ona iltifat etmeye
çalışır. Kafka’nın sevgilisi (mektup arkadaşı daha yerinde olurdu sanırım) Milena
, Kafka’nın yakın arkadaşı ve yazılarını
bugüne taşıyan Max Brod’a yazdığı mektupta;
“Şüphesiz görünüşte hepimiz yaşama yetisine sahibiz, çünkü arada bir
kaçıp yalana sığınırız; körlüğe, heyecana, iyimserliğe, bir inanca,
kötümserliğe yada başka bir şeye. Ama o hiçbir zaman koruyucu bir sığınağa
saklanmadı; hiçbirine. ..En küçük bir sığınağı,başını sokacak bir yeri yok.İşte
bu nedenle bizim korunduğumuz her şeyle o burun buruna. Tıpkı giyinikler
arasında bir çıplak gibi” der onun için.
Milena onu “ kendi kabuğunda yaşayan biriydi,bilen ve dünyadan korkan
bir insandı…Çekingen,korkak,yumuşak ve iyi kalpliydi…Onun gözünde
dünya,savunmasız insanları parçalayıp yok eden görünmez iblislerle
doluydu.Yaşayabilmek için fazla öngörülü,fazla bilge,savaşabilmek için fazla
güçsüzdü; tıpkı içlerinde anlayışsızlığa, kötülüğe, entelektüel yalana karşı
duydukları korku var iken savaşamayan, çünkü çaresizliklerini daha baştan bilen
ve yenilgileriyle yeneni utandıran asil ve güzel insanlar gibi güçsüz.” biri
olarak anlatır Kafka’nın ölümü üzerine yazdığı anma yazısında. Kafka’nın normal
olmayışına verilen şey aslında tamda onun meziyetidir. Normal olmayan, hasta ve
sağlıksız olan aslında biziz; bütün dünya.Oysa Kafka dünyanın bütün gerçeğini
en yalın ve katışıksız anlayan ve bir o kadar da bu gerçeklere karşı ruhen ve
fiziken bağışıklığını kaybetmiş, savaşma gücü olmayan,deliler arasında gerçek
bir akıldır.
Gelelim kitaba..Milena’ya Mektuplar’a ..;
Kafka , kitapta yayınlanan mektupları yazdığı kadınla yani
Milena’yla; ortak dostlarından oluşan
bir toplulukta tanışırlar. Milena
çevirmendir ve Kafka’nın kitaplarını Çekçe’ye çevirmek isteğinden bahseder. Daha
sonra mektuplaşmaya başlarlar. Bu ilişki zamanla son derece tutkulu ve derin aşka
dönüşür. Yalnız Kafka’nın Milena’ya aşkı uzaktan aşktır. Beş yıl boyunca mektuplaşarak paylaştıkları ve
bu süre zarfında yalnızca üç kez yüz yüze
görüştükleri düşünüldüğünde aşklarını neden “uzaktan
aşk” olarak tanımladığım anlaşılır sanırım. Ama bir çok insanın her gün yüz
yüze, el ele, göz göze yaşadığı aşklardan duygusal manada daha tok ve
sindirilmesi bir o kadar meşakkatli bir
bağ ile yaşamışlardır aşkı. Kafka mektuplaştıkları süre boyunca hemen hemen her
gün ve hatta günde birkaç kez yazarak mektuplaşır Milena ile. Milena’dan mektup
geldiğinde ise yaşadığı coşkunluğu “insan şöyle bir arkasına yaslanıp
mektupları kana kan içmek istiyor ve içmeye devam etmekten başka bir şey
düşünmüyor”, “mektubunuzu, serçenin odamdaki ekmek kırıntılarını yiyişi gibi
okuyorum; titreyerek , etrafa kulak kabartarak,sağa sola bakarak, bütün tüyleri
kabartarak…” diyerek ifade ediyor duygularını. Milena’ya
yazacağı zaman ise “sadece
satırlar arasında dolanıp duruyorum,gözlerinizin ışığı altında,ağzınızdan çıkan
nefeste; tıpkı güzel, mutlu bir günün içinde dolanır gibi..” yazıyor
satırlarını. Kafka mektuplarında Milena
ile yüz yüze görüşme konusunda gelgitler yaşar. Bazen korkup hem görüşmemek hem
de mektuplaşmamak için Milena’ya yalvarır. Ama her seferinde kendi cayar
kararından. Özlemin yükü o kadar ağırdır ki “ben burada Prag sahilinde
oturayım, sen de gözümün önünde Viyana Denizi’nde dibe vur; hem de kendi
isteğinle” diyerek isyan eder. Ama bütün
isyanına rağmen Milena’nın varlığını bilmek bile yeterlidir bazen onun için. “Sadece
bu dünyada olduğun için teşekkür; baştan başa ona bakıp da senin,içinde
bulunabileceğini düşünmezdim.” der. Bir yandan "koca deniz dibindeki küçücük taşı nasıl
severse, benim de sevgim öylesine yığılıyor üstüne. Tanrı isterse o küçük taş
ben olurum bir gün." diyerek sevgisinin taşkınlığını ifade ederken; bir yandan da Milena’ya olan taşkın sevgisinin;
o zayıf,savunmasız ve dünyanın bütün
iblisliklerine karşı savaşma gücü
olmayan ruhunda ve bedeninde yarattığı
tahribata değinerek “Belki en çok seni sevdiğimi söylediğimde de söz konusu
olan gerçekten sevgi değil; sevgi, senin içimde çevirip durduğun bıçak olman” der.
Okuyacak olanlar için:
Kitabın, Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan oluştuğunu
daha önce söylenmişti. Mektup derken bildiğimiz
o klasik türdeki girişlerde
kullanılan “nasılsınız iyi olmanızı Cenabı Haktan dilerim…” ve biterken “küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden
öperim” tarzı mektupları unutun. Kafka yazarken sanki Milena hemen yanı başındaki masada oturur
gibi,karşılıklı dertlerini masanın üzerine büyük bir özenle yığar gibi , tek
tek sakınmasız bir şekilde günlük konuşma diline yakın bir tarz da yazar.
Mektuplarının edebi bir kaygı taşımadığını
düşünüyorum. Sadece duygularının coşkunluğunu spontane olarak, her türlü edebi
kaygıdan uzak bir şekilde kaleme aldığını düşünüyorum. Yalnız kitabın
mektuplardan oluştuğunu düşünerek, kitabı okurken normal bir hikaye yada roman
gibi sıradan bir edebi eser modunda okumanızı
tavsiye etmem. Kafka mektuplarını
yazarken, satırların içine girer,cümlelerle savaşır ve sonunda spontane yazılmış olmasına rağmen
onun dehasının hak ettiği cümleler ortaya çıkar. Ve bu cümleler öylesine baştan
savma okunup anlaşılabilecek cümleler değidir.