Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Barış Yaşatır....

Resim
Ne oyun değişti ne de oyuncular. Yıllardır yinelenen ama her seferinde sanki daha önce hiç oynanmamış gibi  hevesle sil baştan tekrar tekrar oynanan bir oyun. Bahsedildiği gibi öyle her seferinde dış güçlerin zoruyla sahaya sürülen oyuncuların gönülsüzce dahil oldukları bir oyun değil, aksine toplum olarak topyekun bir  katılımla gönüllüce oynadığımız bir ölüm oyunu bu. Herkesin kendi kahramanını arenaya sürdüğü,kendi şehidini kutsadığı bu kanlı oyunun kan kırmızısı ile çizilen kırmızı çizgileri ancak muktedirin iktidarına zeval gelmediği hallerde belirginleşir; muktedirin iktidarına zeval gelme olasılığı durumunda bütün çizgiler anlamını yitirir ve flulaşır. Arena da akan kanın her defasında tazelenmesi ile güçlenen bu kadim oyun, asıl gücünü aslında tribünleri dolduran seyircilerin kendilerinden geçercesine, avuçları patlayıp su toplayıncaya kadar çoşku ile katılmalarından alır. Seyirci kalabalıkları bu kanlı oyuna sırtlarını dönmedikçe; ölümü şahadet, kutsiyet,kahramanlık, fedakar

Kolay Değil Genç Ölmek.....

Resim
Bu topraklar Habil’in kardeşi Kabil’i öldürdüğünden bu yana Âdemoğlunun bir türlü adam olamadığı topraklardır. Âdem ile Havva’nın beşiklerini salladıkları medeniyetin ilk çocukları,  ayağa kalkar kalmaz işledikleri ilk cinayetin bedelini  halen daha ödetiyor bu coğrafyaya . Oldum olası zulüm, gözyaşı, kan, ölüm ile yoğrulan bu toprakların üzerinde yükselen medeniyet,  halen daha ekşimsi kan kokusundan kurtarabilmiş değil kendini. Nietzsche ‘nin deyimi ile oluk oluk kan akan bu coğrafyada “Yaşamak… Uzun süre hasta olmak demektir.”  Ne geçmişin çok tanrılı dinleri nede günümüzün tek tanrılı semavi dinleri çare olamadı bu coğrafyanın kadim hastalığına. Bilakis çare olsun umudu ile üretilen her tanrısal ecza bırakın tedavi etmeyi, hastalığın kronik bir tablo izlemesinin önünü açarak, öngörülmez yan etkileri ile yeni ve devamlı bir yıkımın müteahhitliğine taşere etti yaşamak denilen gaileyi. Bu coğrafya da “İnsanlar,  insana yaraşır şekilde yaşamamaktadır. Her şey bizi insanlardan

Ömür Denen Bu Yolda...

Resim
Şu ömür denilen kat ettiğim hayatın kısacık  yolunda,  devlet tedrisatının kafamıza vura vura öğrettiği gibi hayatın da bin bir eziyetle, cefayla öğretip bellettiği bir şey var ki; o da ömür  denilen bu kasislerle, tuzaklarla, pusularla dolu yolun  tüm mezalimine karşın, yaşadığımız bu şeyin yani hayatın kendisinin aslında zor bir meşgale olduğudur. Her ne kadar bir çoğumuz,  suçu bu meşum yolda, kasislerle, engellerle dolu bu yolda ilerlerken gümlettiğimiz,  bizi hayatın sonuna taşıyan bu aracın lastiğinin zayıflığına versek de bagajımızda duran stepnenin verdiği ferahlıktan olsa gerek pek dert etmeyiz yolun tüm engellerini; nasıl olsa direksiyonda olan bizler değil miyiz; elbette eninde sonunda bu direksiyona yön veren elin sahibi kavuşturacaktır mutlu müreffeh yarınlara bizi. Oysa ömür denilen bu yolda bizi taşıyan aracın bagajında her gümlediğinde değiştirip tekrar yola çıkacağımız sonsuz sayıda stepne bulunmuyor ne yazık ki. Son stepneyi de kullanıp  gümlettiğinizde ister telefo

Dünya Bize "Emanet"...Şimdilik.

Resim
Ah yaşam! Sen ne menem bir şeysin. Daha yaşama adım atar atmaz ağlattığın âdemoğlunu, yaşamdan çekip kopardığında ardından ağlatacak halde,  bir başına karanlık bir çukurun içinde kendi haline bırakırsın. O kadar kötüsün ki; doğduğunda üzerine giydirdiğin o mimikleri, kişiliği, tarzı, huyu, edayı, bilinci; özetle ruh denilen o cismani bedene canlılık veren bütün izleri bir kalemde silip attığında; âdemoğlu,  bedeni örten ipek gecelik bedenden sıyrıldığındaki gibi çıplak ve savunmasız kalır. Daha yaşama doğru ilk adımı attığında yazgısı olan bu çıplak gerçekliği tiz bir ağlama sesi ve bir dolu nefes ile üzerine giyen bu çaresiz ademden, verdiğin emaneti son bir nefesle üzerinden çekip geri alırken;  o garip, çaresiz ademoğluna kendi akıbeti üzerine ağlama fırsatı bile vermeyip;  o işi sıla-i rahime ihale ederek geçiştirirsin. Zavallı sıla-i rahim, bedeninden çekip kopardığın o cana mı ağlasın yoksa belirsiz bir zamanda her an kendi karşısına da çıkacak olan belirli sona mı? Akıbet,  h

Gurur..! Mağrur Padişah.

Resim
O şişim şişim gerinen,  dağ gibi dimdik, bütün evren üzerinde tek hak sahibi olduğunu iddia edecek kadar bedbaht insanoğlu,  aslında her şeye rağmen gerçekte ne kadar da zayıf ve kırılgan değil mi? Koca bir yanılsamanın, büyük bir kendini kandırmanın ardına gizlenmiş olan bu insanoğlunun gölgesi,  ardında bıraktığı izlerin aksine  ne kadar zayıf, titrek ve geçici değil mi? Kendi gururunun yanıltıcı büyüklüğünün  gölgesi ardına gizlenen insanoğlu,   kabarmış postunun ardına gizlenmiş ama bir deri bir kemik kalmış kurbanlık bir koyun kadar zavallı ve biçare değil midir? Bir kurban olarak insanoğlunun,  kendine biçtiği geleceğin zifiri karanlığı, ruh dünyasının derinliklerinde istiflediği karanlık ile kıyas yapıldığında karanlığın tonu önemsizleşir.  İnsanoğlunun her zaman bir karanlık birde aydınlık yüzü olduğunu söylerler. Ama baskın bir renk olan karanlık her zaman insanoğlunun aydınlık tarafının hududuna doğru sinsice ilerleyerek aydınlığını parsel parsel kapatma yolunda hızla

Özür...Binlerce defa...

Resim
Yaralar vardır; yaralar ve yaralılar. Acı veren,ciğerlerimizi söken,başımızı ufka doğru kaldırıp ilerlememizi engelleyen,hep arkamıza bakmamıza sebep olan,ne kadar kulaklarımızı tıkasak da feryatları her daim peşimizi bırakmayan,rüyalarımıza sızan, ekmeğimize bulaşıp tuzlu,acı bir tat veren, gözlerimizi kapadığımızda bir yolunu bulup bilincimizin perdesinde tekrar sahne alan acılar. Ve tabi ki bir de kurbanlar vardır. İnsanlık dışı, tahayyül ötesi, soğuk,kansız,acımasız,nefret dolu,rakamlara,istatistiklere, formüllere, harekat planlarına, milli çıkarlarımızın iştahası doymaz tanrılarına kurban verdiğimiz yaralılar ve kurbanlar. Irmak kenarlarında,dağ başlarında, ıssız kavurucu çöllerde,dağ yamaçlarında, kasaba merkezlerinde, köylerde,şehrin göbeğinde,mecliste, mebusan da ,payitahtta , ittihat yolunda,terakkinin merkezinde ölüme, milli çıkarlarımızın iştahasına amade ölüm sofralarına rezerve edilmiş; kimi yaşlı, kimi terütaze sütten yeni kesilmiş, kimisi rezerve edilmiş kan so

Alem-i ervâh’tan* Alem-i ecsâd’a*yada Öteki Dünyadan Dönüş; Siyasal İslam

Resim
  Sovyetler çöktüğünde “tarihin sonunun” geldiğini söyleyerek  kapitalist dünyanın zaferini  ilan eden Fukuyama ve avanesi, zafer sarhoşluğu içerisinde aslında tarihin sonunu ilan ederek, gerçekte tarihin sınıflar arası savaşın tarihi olduğu gerçeğini zimmen kabul ettiklerinin farkına varmadan, artık ezilenlerin, emekçi sınıfların,yoksulların, sömürülenlerin,Üçüncü Dünyanın  kapitalist barbarlığa karşı sınıf perspektifli direniş ve mücadele eksenini  ve aynı zamanda inanırlığını yığınlar nezdinde kaybettiğini  ve dolayısıyla bundan sonra tarihin,  sadece kapitalist sınıfın tek ve belirleyici bir tarih yazımına bağlı olarak -“dünyanın  tarihini  aynı zamanda  sınıf savaşımlarının tarihi”  olarak kayda geçerken-  artık  “kapitalizmin zaferinin tarihi” olarak kayda geçeceğini  ilan eder.   Kapitalist dünya zafer çılgınlığı ile yorgun düşmüşken diğer tarafta sesleri kısıkta olsa utangaç bir eda ile kendi zaferini ilan eden, kendilerini  söz konusu çöküşün sağlayacağı imkanları

İslam Davasının Stratejisi/ Seyyid Kutup-Necip Mahfuz v.s.

Resim
“Kendinden büyük bir amaç uğruna can veren insan şehit olarak ölür. Söz konusu amacın değeri tartışılabilir ama bir insanın o amaçla ilişkisinin değeri tartışılamaz.”  der Necip Mahfuz,  Kahire Üçlemesinin son kitabı olan Şeker Sokağı adlı romanında.  Necip Mahfuz’un 1957’de yazdığı bu romanın üzerinden dokuz yıl geçtikten sonra, tarih 1966’yı gösterdiğinde Seyyid Kutub idam edilir. Edebiyat eğitimi  gören Seyyid Kutub, ilk dönemlerde Mısır’ın önde gelen edebiyat çevreleri ile ilişki kurmuş, kendini bu alanda geliştirmiş ve önemli edebiyat eleştirmenleri arasında yer almıştır. Necip Mahfuz ile birlikte “Fikr-u Cedid” (yeni fikir) adlı bir dergi çıkarmış olmakla birlikte; Necip Mahfuz’u edebiyat alemine kazandıran, ilk tanıtan ismin Seyyid Kutub olduğu söylenir.Hatta Necip Mahfuz’un "Kutub olmasaydı ben muhtemelen meçhuliyetten kurtulamamış bir isim olacaktım." dediği nakledilir. 1949 yılından Amerika’ya sosyoloji doktorası için giden Seyyid Kutub, Mısır’a düşünsel

Kuleler Yaptım İçime...

Resim
Büyük, bir o kadarda ilginç bir şehir şu İstanbul. Aklını kalemle oynatmış, bu koca şehrin keşmekeşi gibi içine düştüğü kitabın sayfaları arasında ite kakıla, düşe yuvarlana giden;  ama yazı ile yazgısının kah aydınlık,  kah kasvetli  gelgitlerinin depresif  çıkmazlarını eğilip bükülmeden sırtında  taşıyabilmek için o kadar çok imkanı, o kadar ters ve olmadık anlarda verir ki şaşarsınız. İşte o an çaresizce eliniz kalem kağıt bulabilmek için ceplerinizi telaşla yoklar ki uçup gitmesin, anlık bir bakış sonrası  takıldığınız bir görüntünün kafanızın içinde hareket geçirdiği ardı ardına, birbirlerini metrobüs yolcuları gibi arsızca itekleyip, oturacak yer bulma telaşı ile kendinden geçmiş , iplerinden boşalmış bir halde  hücum eden düşüncenin an be an silikleşen izleri.  Ancak bir yığın halinde açılan kapıdan içeri dalan metrobüsün yolcuları gibi akın eden anlık düşünce yaygarası da kendine nadiren yer bulur sınırlı sayıda oturma imkânında. Ayakta kalanların oturanların gözünde zamanla

Hatıralarım (Müslüman Kardeşler) / HASAN el-BENNA

Resim
Kitap, Müslüman Kardeşlerin kurucusu Benna'nın hatıratı olunca, insan ister istemez bu hatırattan Müslüman Kardeşler ile ilgili doyurucu bilgi,belge ve politik analiz bekliyor. Ancak kitap bu beklentileri karşılamaktan oldukça uzak olmakla beraber, bütün Ortadoğu'nun siyasi iklimini etkileyen hareketin büyüklüğü karşısında oldukça yavan, hareketin perspektifini ortaya koymaktan oldukça uzak, sıradan bir dini topluluğun genel geçer dini tanımlamaları ile dolu bir temenniler beyannamesi gibi duruyor. Kitapta,  Mısır'ın bağımsızlık serüveni,politik aktörleri ve bu aktörlerin gerek kendi aralarında gerekse kitaba konu olan Müslüman Kardeşler hareketi ile etkileşimleri, çatışmaları hakkında bilgi bulmak neredeyse imkansız. Kitabı okurken sanki herhangi bir cami cemaatinin kendi aralarında oluşturmuş oldukları yerel bir birlikteliğin, toplumsal yaşamda dini saikleri ön plana çıkarma çabalarının maruf izdüşümlerini görüyorsunuz. Ancak kitapta, genelde bütün Müslüman toplumla

Kadın Dünyasında Erkeğin Gölgesi

Resim
Dünyanın ruhu mutlulukla beslenir. Sebebi her ne olursa olsun; ister cinayet, ister hastalık, ister vadenin tükenişi her ölüm dünyanın ruhu üzerinde kara lekecikler oluşturur. Bu lekeciklerin üzeri,  yeni ve daha kapsayıcı mutluluklar üretip o  kara lekenini üzerini örtecek büyüklüğe erişene kadar beslenmediği müddetçe dünya; kendi ışığını yutan , içine çöküp kendini yok eden bir yıldız gibi kendi parıltısını kaybederek karanlığa teslim olur. Ölüm elbette bu dünya yaşamının geçiciliğine rağmen arzu edilen, hasretle beklenen, bir an önce vuku bulması beklenilen bir kavuşma hali değildir. Ancak yaşamın kaçınılmaz bir unsuru olmakla beraber, beklenilen bir son olsa da hüzün ve acı kaynağıdır. Bu son,  kapıya dayandığında, vade bittiğinde yaşamı vadesi gelmiş bir çek gibi arkasını imzalayarak ondan kurtulmak ve peşin çalışan esnaf rahatlığı ile ölümün koltuğuna kurulup rahatça kaykılmak, gevşemek olası karşılama seçenekleri arasında değildir.  Evrendeki her canlı ister bitki,ister ha