İslam Davasının Stratejisi/ Seyyid Kutup-Necip Mahfuz v.s.
“Kendinden büyük bir amaç uğruna can veren insan şehit
olarak ölür. Söz konusu amacın değeri tartışılabilir ama bir insanın o amaçla
ilişkisinin değeri tartışılamaz.” der
Necip Mahfuz, Kahire Üçlemesinin son
kitabı olan Şeker Sokağı adlı romanında. Necip Mahfuz’un 1957’de yazdığı bu romanın üzerinden
dokuz yıl geçtikten sonra, tarih 1966’yı gösterdiğinde Seyyid Kutub idam
edilir.
Edebiyat eğitimi
gören Seyyid Kutub, ilk dönemlerde Mısır’ın önde gelen edebiyat
çevreleri ile ilişki kurmuş, kendini bu alanda geliştirmiş ve önemli edebiyat
eleştirmenleri arasında yer almıştır. Necip Mahfuz ile birlikte “Fikr-u Cedid”
(yeni fikir) adlı bir dergi çıkarmış olmakla birlikte; Necip Mahfuz’u edebiyat
alemine kazandıran, ilk tanıtan ismin Seyyid Kutub olduğu söylenir.Hatta Necip
Mahfuz’un "Kutub olmasaydı ben muhtemelen meçhuliyetten kurtulamamış bir
isim olacaktım." dediği nakledilir.
1949 yılından Amerika’ya sosyoloji doktorası için giden
Seyyid Kutub, Mısır’a düşünsel anlamda radikal bir dönüşüm geçirmiş bir halde
döner. Amerikan hayat tarzı diye ifade
edilebilecek Batılı toplumsal yaşam onda ciddi bir sarsıntı yaratmış, bu etki
sonucunda toplumsal yaşamın rehberini İslam’ı merkez alarak yeniden tarif ederek yaşamının merkezine koymuştur. Amerika
seyahati öncesi kısmen ilgisini çekmiş olan Müslüman Kardeşlere, dönüşü sonrası
fiilen katılarak, edebiyatçı kimliğini tamamen İslam’ı anlamak ve anlatmak
üzere bir araca dönüştürmüştür.
Bu aşamadan sonra siyasal İslamcılık ve Müslüman Kardeşler
arasına mesafe koymuş olan Necip Mahfuz’la ilişkisinin tonu bilinmemekle
beraber; Necip Mahfuz’un Seyyid Kutub’u idam edilmeden önce ziyaret eden
sınırlı sayıda insandan biri olduğu söylenir.
Necip Mahfuz her ne kadar siyasal İslamcılık ve Müslüman
Kardeşler ile arasına mesafe koysa da, romanlarında; ideallerin kendisine değil
ama ideallerin taşıyıcılarının idealizmine,
idealler ile sahipleri arasındaki ilişkiye oldukça değer verir. Ancak bu
romanlarında, bu ideallerin kahramanlarını ve ideallerin kendisini roman
kahramanlarını konuşturarak eleştirmesini engellemez.
Necip Mahfuz ile Seyyid Kutub arasındaki ilişkiyi her halde
ülkemizden bir örnek ile anlatmaya çalışır isek, aklımıza gelen ilk örnek Nazım
Hikmet ile Necip Fazıl’ın ilişkisi olur diye düşünüyorum. Uzunca bir dönem
yolları kesişen bu iki şairin, daha sonra ayrılan yollarına rağmen
birbirlerinden ayrı düşmemeleri, hatta Necip Fazıl’ın Nazım’ı hapiste iken sık
sık ziyaret etmesi, hatta bu ziyaretin birinde Necip Fazıl’ın Nazım’a ;
-Ben İsmet Paşa yerinde olsaydım önce seni astırırdım sonra mezarının başında ağlardım! demesi sıkça nakledilir.
Seyyid Kutub edebiyatın insanları etkileme gücünün farkındadır. Yazılarında,
konuşmalarında edebiyatın bu sihrini sonuna kadar kullanmaktan çekinmez. Almış
olduğu edebi eğitim kazandırdığı belagat ve güçlü kalemi her cümlesinde,her
konuşmasında güçlü bir şekilde hissedersiniz. Kutub edebi alandaki bütün
yetkinliğini İslam ve Kuran’ı anlatma yolunda vakfederek,bu yönünü döneminin
siyasal İslamcı hatip ve kalemleri arasında devasa bir fark yaratacak bir
yetkinlikte kullanmıştır. Kalemi ve hitabeti öylesine güçlüdür ki, ne
Mevdudi’de, ne el Benna’da ne de diğerlerinde bu güçlü etkili belagati
bulamazsınız. Bu güçlü belagat ile
kendini okutturur,sizi satırlarına mıhlar, düşüncelerini beğenmezseniz de
anlatım ve yazım ustalığı ile sizi esir eder. Kutub bu etkili belagatine
sosyoloji alanındaki eğitimin katkısı ile kazandırdığı ve diğerlerince göz ardı
edilen İslam’ın sosyal yönünü de katınca bütün yerleşik fikirlerinizi sarsar.
Bu mana da onun ile kıyaslanabilecek tek şahsiyet sanırım Ali Şeriati’dir.
İslamcı siyasi cenahta bu derece etkili olan bu iki düşünce adamının en önemli
ortak özelliklerinin bir diğeri de, her
ikisinin de geleneksel bir eğitimden çok Batılı bir eğitim almış olmalarının,
her iki şahsiyetin analitik,derinlikli, sistematik düşünsel faaliyetin bir
ürünü olan belagatlerinin ana omurgasını oluşturduğu gerçeğidir.
Kitaba gelirsek..aslında kitap ile ilgili olarak söylenecek
o kadar çok sey var ki, hangisinden bahsedeyim diye kararsızlığa düşmeniz işten
bile değil.
Kutub’a göre dinin temel dayanağı harekettir. Hareketi
belirleyen yegane rehber Kuran’dır. Dolayısı ile Kuran hareket halindeki
Müslüman’ın sarılacağı yegane yol göstericidir.Ama bu sarılış ilk Müslümanların
sarılışı gibi bireysel ve toplumsal hayatın bütün evrelerini kapsayacak şekilde
olmalıdır.Yoksa sadece “hayati prensiplerden uzak, sırf musiki ve teganni
duyguları tatmin etmek için sarılmayı .…sadece güzel sesle okunan,terennüm
edilen,dua ve tesbihlerden ibaret “
saymak Kuran’ı anlamamaktır.
Bir rehber olarak Kuran Arapça olmasına rağmen farklı
dillerden topluluklarında anlaması ve rehberliğinde yürümesi için, o dillerde
okunup, anlaşılması bir zorunluluk değil midir? Öyle ise eğer, ülkemizde Kuran
ve ibadetin Türkçe olarak değil de ısrarla Arapça lafzı ile yerine getirilmeye çalışılması noktasında, cemaatler ve Diyanet
tarafından gösterilen şiddetli direnç ne anlama gelmektedir? Sadece Arapça
lafzı ile bir okunuşun “sadece musiki ve
teganni duyguları tatmin” dışında bir manası var mıdır?
İslam ve demokrasi birbirleri ile uyuşan yapılar mıdır? Kutub’a göre “İslam sıfatını taşıyıp da
cemiyeti İslam’a göre değil de beşeri sistemlerin herhangi birine göre tanzim
etmek isteyenlerin..Müslümanız demelerine itibar edilmez.” Dolayısı ile “ibadet ile muamelatı ayıran”,
toplumsal yasaları “islam’ın değil, başka yabancı nizamların usulüne göre
ayarlayan, ibadetleri İslam ahkamına uygun yerine getirse de Müslüman olma
imkanına sahip değildir.”
Kutub’a göre Aydınlanma ve Demokrasi düşüncesi Avrupa’nın “ sahte bir din adıyla insanlara
zalim bir terör rejimi uygulayan kilisenin baskısından kaçarken bütünüyle
boşanan ve Allah’a isyan edip, başkaldırmasının” neticesinde vuku bulmuştur.
Dolayısı ile bu hareket insanlığın şeref ve haysiyetini “Allah’ın nizamı
dışında birtakım ferdiyetçi nizamların gölgesinde aramaya başlamış, bütün ideal
ve düşüncelerini hürriyet ve haysiyetini demokrasiye bağlamış ve bunların
garantisini orada aramıştır.” Bu sebeple
Avrupa Tanrı’ya kulluğu, kendi yarattığı demokrasi putuna kulluğa tercih
etmiştir.
Müslüman kimdir? Kutub’a göre insanlar, toplumlar ve nizamlar
ya İslamdır yada değildir; bu arada gri bir bölge olmayacak kadar kesin ve
nettir. “ Allah’ın nizamı dışında benimsedikleri halde bir takım ibadetleri
yerine getirerek dindar olduğunu sananlar, sadece kelime-i şahadeti getirmekle
dine girdiklerini kabul edip kelime-i şahadetin gereklerini yerine
getirmeksizin Allah nizamından başka nizam tanıyanlar..cahiliyet hayatı yaşayanlardır…Sadece
beşerin kalbinde meknuz (saklı) olan iman, hiçbir zaman hakiki iman olamaz. Bu
iman için insanlarla mücadele etmediği,gerek lisanen tebliğ ve gerek Hak nizama
saldıran bağileri kuvvetle de tedip etmek gibi İslami bir ruhu elde etmediği müddetçe
imanı asla kemale eremez..”
Cihad sadece saldırı yada tecavüz halinde mi farzdır? Cihad
ile inanç hürriyeti bağdaşır mı? Kutub’a göre cihad; Allah’ın hükümranlığının bütün yeryüzüne
yayılması için yapılır. Sadece tecavüz ve saldırı durumunda cihad yapılması
mevzu bahis bile değildir. Cihad, “kulları Allah’tan başka kullara kul olmaktan
kurtarmak ve insana gerçek mana da hürriyetini vermek için yapılır.” İslam, “kulları kullara kul olmaktan kurtarmak
için..eline kılıcı alır,bu sistemleri yıkmak için harekete geçer.O sistemleri
koruyan güçleri dağıtır. Ve sonra insanları kendi hallerine bırakır.İsterlerse
Müslüman olurlar; isterlerse, kendi eski inançlarına bağlı kalarak Müslüman
devlete cizye öderler”..
Son olarak…gerçekte ne amaçla yapılmış olursa olsun bütün
savaşların gerçek mahiyetini örtmek, gizlemek için insanlığın üretmiş olduğu
önemli değerler –ki hürriyet,demokrasi, medeniyet – perde olarak kullanılır.
Dikkat edelim, aydınlanma çağında Avrupa bütün Latin Amerika ve diğer bölgeleri
medeniyet taşımak, onları barbarlıktan kurtarmak vs görüntüsü altında sömürdü
ve yok etti. 1930’lu yıllarda ülkemizin Dersimli
vatandaşları,ehlileştirmek,çağdaşlaştırmak maksadı ile mağaralarda yine kendi
ülkeleri tarafından zehirlenip, bombalandılar. Yine yakın tarihte Ortadoğu
coğrafyasında ve dünyanın birçok bölgesinde demokrasi ve özgürlük getirmek
bahanesi ile ABD tarafından bir çok bölge işgal edilip yakılıp, yıkıldı.
Dolayısı ile Kutub’un “cihadın maksadı
insana gerçek mana da hürriyetini vermektir” tezi bana nedense yukarıda
bahsetmiş olduğum saikleri hatırlattı. Hele bugün Radikal İslamcı hareketlerin estirdikleri insanlık dışı şiddetin skalasının
gayri Müslimlerden, farklı mezhepten Müslümanlara
kadar geniş ve aynı zamanda şiddet ve
acımasızlıkla dolu örneklerinin bolca bulunması , üstelik bunları Müslümanların
kutsal saydıkları mekanlarda icra edecek kadar yıkıcı,tahripkar bağnazlıkları ,
kafa kesmeleri, canlı canlı insan yakmalari düşünüldüğünde “bu hürriyet” in ürkünçlüğü
fazlası ile ortaya çıkmaktadır.