Kayıtlar

Şubat, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kadının Fendi.....Tut Şunun Ucundan Yaşayalım Abi !.....(5)

Resim
Acı nedir? Acı;  ateşin, ateşi yakan ete değmesidir. Acı; bedeldir, acı; ödediğimizdir. Acı, cezanın sonucudur. Acı, doğrulttuğumuz silahın namlusu bize döndüğünde, içine düştüğümüz soğuk metalik karanlığın kasvetine kapılıp debelenmektir.   Acı; bedeni ve bunun yanı sıra  sonuçları ile insan ruhunu da geren, ezen, içine ruh üflenmiş bedenin boşluğuna dolan yakıcı siyahlıkta dönenip duran kasvetin, kimine göre edebi ilhamın bereket kaynağı, kimine göre çekildiğinde  empatinin dert ortağı, kimine göre çektikçe uzayan, bazen hamı  pişiren, bazen de  çekmesini bilmeyeni  şişiren bir kaynama ve fokurdanma halidir. Acının tarihi aynı zamanda insanın da tarihidir. Çünkü acı, insanlık tarihi ile yaşıttır. İnsan sadece düşünmekle değil,  acı ile de varoluşunu anlamlandırır. Kâinatta acı çekerek pişen, olgunlaşan tek varlık olma talihsizliğini yaşayan insan;  “acı çekiyorum o halde varım” diyen Samuel Beckett’in , “bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyabiliyorsa insandır

Deccal / FRİEDRİCH NİETZSCHE

Resim
Nietzsche’nin , Deccal’ini okuduğunuzda ilk anda Hristiyanlığa karşı cepheden, oldukça sert bir eleştiri yapıldığını zannedersiniz. Oysa   Nietzsche’nin derdi bir din olarak Hristiyanlık değil, Hristiyanlığın izlemiş olduğu toplumsal izlektir. Üstün insana, aristokrasiye yönelik bir Hıristiyanlık,aşağı tabakalarla soylu aristokrasi arasında eşitlik iddiası bulunmayan bir Hristiyanlık onun kabul edebileceği belki de olması gereken bir Hristiyanlıktır. “Hristiyanlığa, acımanın dini denir. —Acıma, yaşam duygusunun erkesini artıran gerilim verici duyguların karşıtı bir duygudur: çöküntü verici bir etkisi vardır. Kişi, acıma duyduğunda, gücünden yitirir. Acıma yoluyla, zaten acı çekmenin kendisinin yaşama getirdiği güç eksilmesi, yoğunlaşır, çeşitlenir….  Acıma, gelişmenin yasasını, seçi yasasını büyük çapta etkisiz kılar, çeler Batıp gitmek için olgunlaşmış olanları ayakta tutar, yaşamın bozuk kalıtımlılarının, sonu belirlenmişlerinin yararına kendini ayakta tutar , yaşar tuttuğu her tü

Spermen...Tut Şunun Ucundan Yaşayalım Abi !...(4)

Resim
İnsanoğlu neden mutlu olamaz? Neden her zaman üzerine yapışmış olan bir boşluk,yokluk,yok oluş ve hiçlik hissinden kurtulamaz? Neden bu bunalım hali, mutsuzluk ve boşunalık hali nesiller boyu varlığından,ağırlığından bir şey kaybetmez? Çünkü,  insan;  masumiyetini terk etmiş,kurban etmiş iki yetişkinin,  o ihanet anının ürünüdür. Dünyaya  gözlerini açan her insan aslında ebeveynlerinin ihanetlerinin  diyetini ödeyeceklerini henüz bilmezler.Bu kuşaktan kuşağa aktarılan bir ihanetin  yarışıdır. Ne yarış ama; ölümüne, kıran kırana.. Yaşamını ta başından beri, henüz bir yarısının hareketli bir virgül olduğu dönemden başlayarak, dünyaya gelip,yaşam denilen varoluşa sahip olup sonrasında o varoluşu yitirene kadar süren bir  yarış,hız ve rekabetin anlık hazzına kurban eden insanoğlu,geride bıraktıklarının,ezerek geçtiklerinin,görmezden geldiklerinin velhasıl ihanet ettiği bütün kurbanlarının çığlıkları ile kirlettiği masumiyetini  bir yük gibi peşi sıra sürükleyerek geleceğe,yaşama nasıl mut

Mavi Karanlık / VEDAT TÜRKALİ

Resim
Henüz kıyılarına  villa denilen  müstakil beton tabutlukların vurmadığı zamanlar da geçer hikaye. Turizm cenneti dendiğinde  memleket abazanının düşürülecek gavur manitalarla dolu, kendi ülkesinde adam gibi bir erkek bulamamış, her yaştan batılı kadının tatminsizlikle dolu seksüel histerilerini özgürce giderebilecekleri arayışların adresi olarak akın akın geldiklerini düşündükleri bu sakin kasaba; üç film birden kuşağının, güçlü,libidosu yüksek,  mutlak ve kesintisiz iktidar sahibi Türk,Kürt,Laz tüm yağız Anadolu  delikanlılarının, film sırasında ilişkiden tatmin olamamış batılı kadının hayal kırıklığı ile dolu gözlerinde okudukları zavallılığa binaen yüksek bir vicdani duyarlılıkla haykırdıkları             “ Türkiye’ye gel anam”  davetlerine icabet eden misafirlere büyük bir misafirperverlikle elde avuçta ne varsa, hizmetlerine bütün bedenleriyle katkıda bulundukları pespayeliklere henüz gark olmamıştır. Televole ’lerin , “flaş!,flaş!,flaş!” rezilliklerin , hangi ünlünün hangi ü

Bir Gün Tek Başına / VEDAT TÜRKALİ

Resim
“Bir Gün Tek Başına” Vedat Türkali ’nin ilk romanı. Kurgusu ile karakterleri ile olayların geçtiği zaman dilimi itibari ile bir dönem romanı ama sadece ve sadece bir roman değil. Karakterlerin;   kişisel,politik,psikolojik çizgilerinin ana hatları, Yazar’ın içinde bulunduğu politik mücadelenin bileşenlerinin  gerçek bireysel hikayelerinden devşirilmiş.Bu roman kahramanlarının büyük çoğunluğunun  Yazar’ın içinde bulunduğu toplumsal yapının bileşenlerinin  bireysel hikayelerinin bir çoğunun günümüze ulaşmamış tanıdık bildik bireyler olmamasının yanında özellikle “baba” karakterinin gerçek yaşamdaki izdüşümünün, bugün bile belli çevrelerde oldukça tanınan,bilinen Hikmet Kıvılcımlı olduğu söylenir. Zaten Yazar, romanda diğer karakterleri ayrımsız bütün özellikleri ile ,zaafları,gelgitleri ,düşkünlükleri,kahramanlıkları,zayıflıkları ile verirken, “baba” karakterini hayatın içinde bütün artı ve eksileri ile bir insan olarak değil,kusursuz,bilge, birazcıkta mitleştirerek anlatmıştır. “B

Gel Gör Beni Aşk Neyledi! ...Tut Şunun Ucundan Yaşayalım Abi… (3)

Resim
“Aşkımızın meyvesi” lafına oldum olası sempati ile bakmamıştı.  “Aşkım” ile başlayan bütün cümlelerden, kusacak kadar iğrenir ,duyduğunda acayip bir şekilde  irrite olur, hemen okkalı bir küfür sallar böylelikle kelimenin ruhunda yaratacak olduğu iritasyonu bir nebze de olsa önlemeye çalışırdı. Derdi öyle çoğunlukla yapıldığı üzere soğan erkekliği, maçoluk,sertliğin çağrıştırdığı pornografik kadın iç tepilerinden faydalanmak da değildi. Düpedüz sevmiyordu bu lafı. Samimi bulmuyor, yalapşap,özensiz,ikiyüzlü, karşılıklı bir iki sürtünmeyle geçecek kadar geçici, belki de dişi tarantulanın erkek tarantula  ile birlikte olup, sonrasında da onu büyük bir zevkle öldürerek, orgazmını ikiye katlaması öncesinde ki bencilliğin,tuzağın,kulağa sıcak gelen ama buz gibi insan ruhunun derinliklerini soğutan bir cümlesi  olarak görüyordu. Hem ne gerek vardı ki böyle zorlama süslü cümleciklere. Sevgi sadelikten,pırıl pırıllıktan,samimiyetten, saflıktan ibaret değil miydi?   Binlerce elden hiçbir farkı

Sovyetler 1929 (Gezi Notları) / PANAİT İSTRATİ

Resim
Zor yıllardı o yıllar. Netekim Paşa’nın tatil beldelerine çekilip, bir elde fırça, tuval üzerinde çalıntı resimlere  henüz başlamadığı,  memleketi boydan boya kanlı bir tuval haline getirdiği, insan kanı kırmızısı ile boydan boya kanla boyadığı ülkenin, derin bir sessizliğe gömülmüş insanlarının yavaş da olsa silkinip sesini tekrar yükseltmeye başladığı,insan onuruna yakışır bir yaşamı tekrar talep etmeye başladığı yıllardı.Sendikası, derneği, sandığı ellerinden alınıp tarumar edilen yoksul yığınların hak mücadelesi  uzunca bir aradan sonra tekrar sahne almaya başlamış, üniversite gençliğinin YÖK’e ve anti-demokratik eğitim uygulamalarına karşı başlattıkları protesto hareketleri ile yeni bir ivme yakalamıştı. Ancak  tam da henüz kendini toparlamaya başlayan, henüz emeklemeye  başlayan sosyalist hareket bu kez küresel düzeyde bir  darbe ile karşı karşıya kalır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması, sosyalistler açısından aslında beklenilen bir durum olduğu halde etkileri açısın

Aylak Adam / YUSUF ATILGAN

Resim
Bazı insanlar vardır; başkadırlar. Başka bir biçimde düşünürler, sizin ve sizin gibilerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir yerden yakalarlar ayrıntıları.            Yürüyüşleri,yemek yiyişleri,giyinişleri,konuşmaları,sessizlikleri bile farklıdır. Öteki insanlardır onlar. Adına gelenek, görenek,adet,alışkanlık dediğimiz tekdüzeliklerin,insanı makine ritminde yaşamaya iten pespayeliklerin hiçbirinin yanına uğramazlar. Bin bir toplumsal dayatma ve kaygı ile sabah yatağından kalkan, otobüse koştur koştur yetişen,işe giden,öğlen yemeğine çıkan,mesai bitiminde  bir an önce evlilik denilen karanlık çukurun içine kendini atıp, alışkanlıkla “merhaba aşkım,hoş bulduk ” deyip,karısının dudağından  öpen, “sevişelim mi? hadi sevişelim.” deyip, ağır bir makinenin piston kolu gibi ruhsuz,hissiz bir ileri bir geri sürtünen, “cenabet uyunulmaz.günahtır” deyip banyoya gusüle koşan milyonların arasında göze batmış bir çöp gibi sırıtır varlıkları. Onlar; yeri gelir “işe yaramazdırlar”, yeri

Aydınlar Üzerine / JEAN-PAUL SARTRE

Resim
Tarih denilen ırmak geleceğe doğru akarken, zamanla kıyılarında bırakmaya başladığı geçmişin tortuları üzerine yeniyi-geleceği  inşa ederken o zamana kadar görülmemiş birtakım araçsal imkanlar yaratarak kendi yatağını yeniden dizayn eder. Bu dizaynın  toplumsal izdüşümü, yeni ekonomik ilişkiler , bunlara uygun toplumsal organizasyonlar , bu organizasyonlara paralel toplumsal dinamikler ve taşıyıcılar ile bu organizasyonun geleceği için “rıza” üreten kurumlar  ve yapılardan oluşur. Her tarihsel dönemin kendi özgün koşullarına ve dönemlerinin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu yapıların ortaya çıkışı aynı zamanda o tarihsel dönemin ömrünün sona doğru yolculuğunun da bir başlangıcıdır aslında. Bu dönemsel yapılar eskinin toprağına yeni tarihsel dönemin  tohumunu eker,büyütür,geliştirir ve rolünü tamamladığında  tarihsel ilerlemenin kati kurallarına riayet ederek  ölümüne göz yumup yerlerini yeni aktörlere bırakırlar. Bu tarihsel perspektiften yola çıkarak, “aydının”  ortaya çıkışını nere