Dünya Bize "Emanet"...Şimdilik.

Ah yaşam! Sen ne menem bir şeysin. Daha yaşama adım atar atmaz ağlattığın âdemoğlunu, yaşamdan çekip kopardığında ardından ağlatacak halde,  bir başına karanlık bir çukurun içinde kendi haline bırakırsın. O kadar kötüsün ki; doğduğunda üzerine giydirdiğin o mimikleri, kişiliği, tarzı, huyu, edayı, bilinci; özetle ruh denilen o cismani bedene canlılık veren bütün izleri bir kalemde silip attığında; âdemoğlu,  bedeni örten ipek gecelik bedenden sıyrıldığındaki gibi çıplak ve savunmasız kalır. Daha yaşama doğru ilk adımı attığında yazgısı olan bu çıplak gerçekliği tiz bir ağlama sesi ve bir dolu nefes ile üzerine giyen bu çaresiz ademden, verdiğin emaneti son bir nefesle üzerinden çekip geri alırken;  o garip, çaresiz ademoğluna kendi akıbeti üzerine ağlama fırsatı bile vermeyip;  o işi sıla-i rahime ihale ederek geçiştirirsin. Zavallı sıla-i rahim, bedeninden çekip kopardığın o cana mı ağlasın yoksa belirsiz bir zamanda her an kendi karşısına da çıkacak olan belirli sona mı? Akıbet,  her daim aynı karanlık perdenin kapanması ile bilinenle sonuçlanacaksa, her seferinde aynı oyunu tekrar tekrar yazıp, oynamanın zalimliğinden nasıl bir haz duyarsın ey kahpe bir o kadar da zalim yaşam?

 Ya âdemoğluna ne demeli; oyun aynı oyun, sahne aynı sahne, oyuncular, figüranlar, dekor, kostüm, yönetmen hep aynı ve hiç değişmiyor ama âdemoğlu ısrarla aynı oyunu tekrar tekrar oynamaktan şehevi bir zevk alıyor. Perdesini hiç kapatmayan bu tiyatronun oyuncuları olarak âdemoğulları, ömür suflörünün son kez fısıldadığı ana kadar rollerini büyük bir maharetle oynarken; oyun aralarında  kulisin loş ışıkları altında yaşam oyununa yeni kurbanlar vermek için nefes nefese,  ter içinde nemli ıslak dehlizlerde soyun devamı denilen yeni bir piyes sahnelerler. Ancak bu piyes, gerçekte yaşam oyununun devamı için libidonun tüm sınırlarını zorlandığı devasa bir kandırmacanın ödülüdür.   “Çocuk” oyun içinde oyunun yeni kurbanıdır.  

“Çocuk oyunla büyür” derler ya, yaşamın bu yeni kurbanları daha dünya sahnesinin perdelerini aralayıp sahne aldıkları andan itibaren oyunla avutulur.  Çocuk için oyun,  maratona başlamak üzere olan bir atletin hemen öncesinde ısınma hareketleri yapmasına benzer ki daha en başında yorulup gerçek ile yüzleşecek güçten mahrum kalmasın. Çocuk için oyun,  bir nevi “cambaza bak” kurnazlığıdır.  Yaşam denen o devasa yalan üzerine kurulu oyunun,  ilk perde aldığı geçmişten günümüze, dünya denen devasa sahnenin dekorları, gelmiş geçmiş bütün oyuncuların kâh mutlu, kâh hüzünlü, kâh acı ama sonu itibari ile hüzünlü ve kahredici izleri ile doludur. Dikkatle bakan her göz için oldukça görünür olan bu izler, birçokları için silik ve belli belirsizdir. Ancak bu  oyuna devam etmenin anlamsızlığı ve absürdlüğü karşısında yaşanacak son bir acıdan uzak tutamaz ademoğlunu.

Çocukları geçmişin izlerinin depresif etkilerinden, sonucunda yaşanacak bunalımlardan, melankoliden uzak tutacak yegâne araç; oynamak ve uyumaktır. Uyumak,  belki yaşam oyununun kıdemli oyuncuları açısından, bilinçaltına ittikleri sahne dışına atılma korkularının korkunç karabasanlar eşliğinde rüyalarda vücut bulması sebebi ile uyanık kalmaktan daha çok acı ve keder verici olabilir; ancak çocuklar açısından rüya kocaman bir oynama eyleminin devamı olarak her zaman eğlence ve haz kaynağıdır. Ölüm korkusu, gelecek gibi kaygılar ve bunların yığınla boca edildiği bir bilinçaltına sahip olmadıklarından rüyaları her seferinde gün kadar aydınlıktır. Onun için rüya gören çocuklar uykuda hep tebessüm edip, gülerler ve onların bu gülümsemesi her zaman melekler ile rüyalarında oynamalarına atfedilir. Çocukluk hayata atılacak olan her yeni kahraman için bir kamp dönemidir. Bu kampta bol oksijen ve besleyici bir rejim programı eşliğinde enerji depolanmaz;  sadece bu kısa ama mutlu döneme dâhil olan herkesi içeren fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığında anılar depolanır. Depolanır ki, çocuk büyürde yaşam oyununun başkişisi olduğunda oyundan kopup uzaklaştığında onu anılarından yakalayıp sahnede tutabilsin.

 Anılar uzay yürüyüşüne çıkan astronotu uzay aracına bağlı tutan halat gibidir; boşluk onu sonsuza doğru çeker ama o halat onun kopup gitmesine izin vermez, orada tutar. Anılar geçmişin mirasıdır, onu isteseniz reddi miras edemezsiniz, size yapışıp kalır; bazen rengi solmuş bir fotoğraf karesidir, elinize aldığınızda bilinçaltınızın fotoğraf albümünün yaprakları arasında yeniden renklenir, canlanır. Anılar, hayatınıza dokunan ya da hayatlarına dokunduklarınız için zihnin karanlık dehlizlerinde inşa ettiğimiz ışıkların cıvıldaştığı sırça köşklerdir. Onlar, yani hayatınıza dokunanlar yaşam sahnelerinin perdelerini kapamadıkça bu sırça köşklerin camları kararıp, karanlıklara teslim olmaz. Yaşadıkları müddetçe ışıldamaya devam eder. Yeter ki arada bir dokunsunlar size. Ancak,  ölüm kapıyı çalar ve yaşam sahnesinin perdelerini kapatırsa o zaman söner bütün ışıklar. Onun için her ölüm içinizdeki karanlığı büyütür. Onun için yaşam sahnesinde birlikte rol aldığınız her bireyin ölümü sizi eksiltir, boşlukta ona dokunmak istersiniz ama dokunamazsınız; dokunabildiğiniz tek şey kocaman bir hüzün olarak kalır. Hüzün, gidenlerin kararmaya başlayan, loş, ölümün gölgesinin vurduğu anılardan size yansıyan suretinizin acınası çaresizliğidir.


Ey anaların anası, tabiat ana!  Evlatlarına bu zulüm niye?  Şefkatli kollarında özenle büyütüp, sonra bir başına uçsuz bucaksız, bin bir tehlike ve dert yuvası, dünya denilen dertlerle dolu  arz yuvarlağına  sürgün ettiğin bu gurebanın sırtına yüklediğin yük yetmezmiş gibi onu birde ölüm denilen korkunç bir sınava neden tabi tutarsın? Bu kadar büyük bir gaddarlığı hak edecek ne yaptı insanoğlu?  Ödünç verdiğin her yaşamı kanatırcasına geri alırken, kalanların omuzlarına yüklediğin o yüke, sevilenlerin öldüğü durumda yaşıyor olmanın yükünü ve gidenlerin kalanlara bıraktığı anıların yakıcı yükünü de miras bırakarak neden ezersin?  Dünyanın bütün yüküne, gidenlerin anılarının yükünü de ekleyerek,  yaşarken ölüme mahkum ettiğin insanoğluna, dünyayı şimdilik “Emanet”  ederken, her emanet alınan anının ölüme bir adım daha yaklaştığının göstergesi olduğu bilincinde olan insanoğlu için dozajı gittikçe artan bir eziyet olduğunu bilmez misin? Sevilenin öldüğü dünya, sevene miras değil “Emanet”tir. Ancak şimdilik.. Geçici bir süre için.

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA