Satranç / STEFAN ZWEİG
Kaderinizi belirleyecek hamleyi başlatacak el, sizin eliniz olmadıktan sonra, ne olursanız
olun sonuçta o altmış dört birim karelik evren üzerinde hepiniz her daim
“elverişli kullanılacaklar” listesinin ilk akla geleni, ilk gözden çıkarılacak
olanı olan piyonsunuzdur. Onun için böbürlenmeyin; ne oldum değil, ne olacağım deyin.
Bir bakmışınız şah iken şahbaza, vezir iken rezile, aşılması imkânsız duvarları
ile kale iken sıradan bir taş yığınına dönüşürsünüz.
Şah gücünü, varlığını korumak için her ne pahasına olsun maiyetini
feda edebilme acımasızlığından alır; sermayesi acımasızlıktır. Oysa altmış dört
birim karelik evren tahtası üzerindeki habitatın en güçlü görünen zayıfıdır.
Yapabildiği tek şey uğruna feda ettiklerinin arkasından bir damla bile olsun
gözyaşı heba etmeden, kendilerini onun için feda edenlerin yüce gönüllülüğünün
atmosferini teneffüs edip öne çıkma kahramanlığına kalkışmadan, her daim
arkasına saklanabileceği bir kahraman bulmak, o da olmuyorsa acınası bir korkaklıkla sağa
sola, öne arkaya doğru gidip gelmektir.
Oysa son bellidir. Kader ağlarını örmüştür. Açgözlülüğün
bedeli; istilacılığın, fetih
çılgınlığının bedeli her zaman gözden çıkarılanların ölü bedenleri üzerine
basarak tırmandığınız altın kaplı zirveler, üniformalar üzerindeki sırmalı
şeritler, omuzlarınız üzerindeki sıra sıra yıldızlar değildir; çünkü bazen
şahları da vururlar.
Strateji, değerler ve ilkeler üzerine değil; sadece kazanmak
üzerine bina edilirse, altmış dört birim karelik evren üzerinde her varlık
sırası geldiğinde mutlaka ölümü tadar. Görkemli alçaklıkların bina edildiği
parseller her zaman sırtı sıvazlanıp ölüme gönderilenlerin kanları ile değil,
sırt sıvazlayanların da kanları ile sulanır nadiren.
Bütün hamleleri kendi varlığına, dirliğine mahkûm eden Şah’ın kaderi, bazen etrafında ardına saklanacak bir taş
bulamadığında teslim olacağı korkunun ürpertili
yalnızlığıdır. Bu yalnızlığın rengi “mat”tır.
Stefan Zweig, Satranç adlı yapıtında Nazilere esir düşüp dış
dünyadan tecrit edilen Dr. B.’nin, zaman –mekân kavramını zamanla yitirip, akıl
sağlığını kaybetmenin eşiğindeyken, sorguya götürüldüğü odada sorgucusunun
paltosunun cebinden çaldığı, satrancın en önemli ustalarının hamlelerinin
bulunduğu kitabın pratiğini önce beyninde kurgusal olarak sonra ise çarşaf
üzerinde boyadığı ekmek parçaları ile oynayarak akıl sağlığını nasıl koruduğunu anlatır.
Kitap kurgusu, dili ve tekniği ile kusursuz olmasının
yanında yazarın yaptığı o mükemmel satranç tarifi ile de zihinlerimize edebi
bir şölen sunuyor.
Şöyle ki;
“Çok eski ama sonsuza kadar yeni, yapısal olarak mekanik ama
sadece hayal gücü ile etkili; geometrik olarak sabit alanla sınırlı ama
sınırsız bileşimleri olan, sürekli gelişen ama kıraç, hiçbir yere götürmeyen
bir düşünce; hiçbir hesap yapmayan
matematik, eseri olmayan bir sanat; materyali olmayan bir mimari; ama buna
rağmen kendi varlığı içinde ve özünde, tüm kitaplardan ve sanat eserlerinden
daha uzun ömürlü; her ne kadar can sıkıntısını gidermesi, insanların akıllarını
ve algılarını geliştirmesi için hangi tanrının onu yeryüzüne gönderdiği
bilinmese de tüm uluslara ve çağlara ait tek oyun” : Satranç