BİR AYRILIK, BİR ÖLÜM BİR DE KADIN...

Göz uçlarından çıkan ılık su,  yanaklarını yalayarak yastığa doğru düştüğünde yine yalnızdı. Otel odasının
kasvetli soğuk odasında ılık gözyaşı, yüreğine oturan soğuk , kasvetli ağırlığı atmada hiçbir yardımı olmamıştı.Yüreğine oturan donmuş yalnızlık,  ılık gözyaşının sıcaklığında bir nebze olsun bile çözülmemiş, aynı katılıkta hükmüne devam etmeyi yeğlemişti.Kendini bildi bileli hep yalnız hissetmişti. Yalnızlığı seviyor muydu? Belki.. O kalabalıklar içinde çok olmayı, çoğalmayı değil, kalabalıklardan süzülüp bir olmayı, birleşmeyi “ben” olmayı  daha çok arzuluyor gibiydi. İlk bakışta bencilce görünen “ben” olma halini hiçbir zaman becerememişti. Kalabalıklar içinden “ben”i hiçbir zaman çıkarıp, kalabalığın kaosundan kurtaramamıştı. Tam kalabalığın kuru,yoz, samimiyet içermeyen kendiliğinden gürültüsü içinden “ben”i çıkarıp bir olmanın sütliman ruh limanına demir attığını düşündüğünde “ben”in ihanetine uğrayıp aynı kalabalık girdaplara tekrar tekrar kapılıp durmuştu.

Ağlıyordu!. “Ağlıyordu”  diye yazarken birazda sıkılıp utanmıyor değildi hani. Çünkü yaşadığı dünya “erkekler ağlamaz” dünyasıydı. Şarkılar bile yazılmıştı erkekler ağlamaz diye. Arabeskin acılar pazarında sular seller gibi alıcısının mecrasına doğru akan gözyaşının aksine o hep kendi içine doğru akıtırdı gözyaşlarını. Akıttığı her damla gözyaşı ağu olup, onu yavaş yavaş, içten içe çürütürken soğuk bir metanet içinde durmayı her zaman bir görev olarak bilirdi. Belli ki bundan başka bir çaresi de yoktu. İçine akıtmadığı her damla ağulu gözyaşı, belki kendini zehirlemekten alıkoyacaktı. Ama dışarıya zerk edeceği her damla gözyaşı en yakınındakini, en sevdiğini biriciğini  zehirleyecekti. Onu da kendi yaşadığı soğuk karanlık bir yalnızlığa mahkum edecekti belki de bu ağu. Buna katlanamazdı. Yavaş yavaş, içten içe çürümeyi tercih ederdi. Yaşamı boyunca yakasını bırakmayan  “sorumluluğun” her defasında usanmadan kulağına fısıldadığı bu ağır görevin sonucu idi belki de bu mutsuzluk. Öyle ya “sorumluluğun” acı meyvesi değil miydi “mutsuzluk” ? Ya yalnızlık? En ağırı. Dibin dibi belki de.
Mutluluğun arifesinde bayramı beklerken, yalnızlığa ve mutsuzluğa mahkum olmuştu. Hep öyle olmaz mıydı zaten. Tam bulmuşken,tam yakalamışken, eli kulağındayken, avucunuzun içinden kaymıştır özlemleriniz. Tam arifesindeyken beklentilerinizin, sarhoşuyken gelecek olan bayramların, en büyük kazığın sizin için özenle yontulduğunu, en büyük çarmıhın sizin için çakıldığını hep unutmadınız mı? Erkek Karadul örümceğinin her defasında; sonunda dişi Karadul örümceğine yem olacağını bilmesine rağmen çiftleşmeye koşmasına benzer bir aymazlık değil midir yaptıklarınız?

El cevap; elbette ki hayır. Bir arayış değil midir yaşam? Mutluluk, hüzün, üzüntü,keder yalnızlıkla da sonuçlanabilen.  Onun da payına yalnızlık ve mutsuzluk düşmüştü işte. Kaderi buysa çekecekti.  Gerçi bu;  minibüs arkası yazılarındaki “kaderimse çekerim”  basitliğinde olmuyorduysa da olsun du. Başa gelen çekilecekti. Çok mu şey istemişti hayattan? Elbette ki hayır. Bazıları gibi arsızlık yapıp hayattan olabildiğince çok  şey  isteyip, mümkün olduğunca çok şey koparmak peşinde olmamıştı hiçbir zaman. Bütün isteği her türlü şatafat ve şaşaadan uzak;  sade, saf, samimi  sıcak bir mutluluğu ilmek ilmek örerek, hayatın parlak bir desenini  hep birlikte nakşetmekten ibaretti. Onun için “ben”i bulması gerekiyordu. O  “ben” parlak öğlen güneşi altında ağaç gölgelerinin ardına gizlenip,bir görünüp bir kaybolurken arayışına hiç ara vermemişti. Tam bulduğunu zannettiği anda, her zaman “ben”in ihanetinin soğuk tokadı ile yanakları alev alev yanmıştı. O “ben”,  tam da “biz” olacakken  “ben”cilliğin batağına saplanmış debelendikçe batmıştı çamur deryasında.  O, tam “ben”im diyeceği anda , ona ait bütün “ben”likleri yıkıp  geçmişti. Benliğinde ona açtığı her kapı hep bencilliğin kilidi ile yüzüne kapanmıştı. Yüzüne kapanan her kapı taş olup oturmuştu yüreğine. Ama o yürek hiçbir zaman taşa kesmemişti. Her defasında  “belki”lerle , “ama”larla tekrar tekrar yüklendiği kapılar hiçbir zaman sevgi ile açılmamıştı, hep “ben”cilliğin pasından donmuş menteşelerin ürkünç ve çığlık çığlığa bağırışlarıyla açılmıştı hep. Her şey çok açıktı aslında. O “ben”,  kendine açılan kapıdan mutluluk yoluna girmek yerine, onun benliğinin surlarında gedikler açıp, zafer nidalarıyla gönül tahtına  oturmak, iktidarının sevgisizliğini ilan etmek istemişti her zaman.


Yapacak hiçbir şey yoktu. Sessizce; yıkanmaktan sararmış beyaz yastığına yaslanıp, otel odasının loş ışığı altında kağıda şu son notu düştü:  “ Adına erkek denilen tür, bir kadının göğsüne başını yasladığında ondan şehvetin sıcaklığından çok , şefkatin sıcaklığını hissetmeyi bekler. Oysa o sıcaklık erkeğin cehenneminin ateşidir. Ve bu ateş, hiçbir zaman küllenmez.”…

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA