Anayurt Oteli /YUSUF ATILGAN - EKEN OTEL ve MAHİR

Sebebi ne olursa olsun ,Antalya’ya gidenlerin uğramadan geçmediği semtlerin  başında herhalde Kaleiçi semti gelir. Tarihi oldukça eskilere dayanan bu semt Eski Antalya’nın merkezidir. Eskiden, etrafı denizden ve karadan surlarla çevrili olan bu semtte, surların büyük bir bölümünü görmek artık imkansızdır. Ağızlara pelesenk edilen sürdürülebilirlik kavramı pek çok yerde olduğu gibi burada da yerel yöneticilerin ağzında sadece nutuklarını süsleyen cafcaflı  bir kelime olmanın ötesine geçememiş maalesef. Dar sokakları,omuz omuza sokağın her iki cephesine  dizilmiş,genellikle yığma taştan yapılı cumbalı evleri  ile oldukça otantik sayılabilecek bir semt. Ama adına restorasyon denilen iş burada her zaman olduğu gibi yine yanlış anlaşılmış olacak ki, yenilenen tarihi ev ve konakların büyük bir çoğunluğu orjinaline sadık kalmadan daha çok ticari kaygılar ön plana alınarak yenilenmeye çalışılmış. Yenilenen binaların büyük bir çoğunluğu orijinal çehresinden oldukça uzak.Bir çeşit  yeni yüzler giydirilmiş binalara. Demek ki bizler yüz naklini insanlar üzerinde denemeden önce binalar üzerinde tatbik etmişiz. Neyse ki insan üzerinde yapılan yüz nakilleri sonuç verdi de tarihi binalar üzerinde yapılan bu nakiller de en azından bir amaca hizmet etti. Kaleiçi’nin sokaklarının daha önceki  yol zemin döşemelerinin muhteviyatını bilmiyorum. Ama büyük bir olasılıkla ki yakışacak olan da odur Arnavut kaldırımlıdır. Şimdiler de ise tarihi dokuya hiç uymayan mermer ya da andezit kaplı, farklı ebatlarda blok ve küp taşları ile döşeli. İnsan görünce şükredesi geliyor. En azından aklı evvelin biri çıkıp beton yada asfalt ile kaplamaya kalkışmamış.


Eken Otel eskiden ahırı,sundurması ve bahçesi ile eski Antalya’nın tipik bir evi iken geçirdiği restorasyon ile eskinin izini tamamen yitirmiş ama bir şekilde yeni olmayı da becerememiş bir otel. Öyle otel filan dediğime bakmayın. Adının Grand Eken olmasında bile bir ironi gizli. Her odası farklı ebat ve geometrik şekle sahip on odalı bir pansiyon aslında.Burada kalıyorum uzun bir süredir.Tesadüf odur ki yanımda okumak için Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli kitabı var.Onu okuyorum. Kitabı okurken bir yandan da Grand Eken ve çalışanları ile  Anayurt Oteli arasında paralellikler kurmaya çalışıyorum. Üçkapılar’dan Kaleiçi’ne girdiğiniz sokağı takip edip, sokağı dik olarak kesen ilk sokağı geçtiğinizde,  hemen ilerisinde sokağa bakan bahçesinin ön kısmında,  üstten  yola doğru sarkmış hiçbir yerel tarihi standarda uymayan bildik ışıklı fiberglas dikdörtgen bir tabela ile karşılıyor sizi. Hemen girişte sağda,  bir dondurma firmasının açılı kapanır sundurması ile örtülü genellikle çamaşır kurutmak için kullanılan ve başka bir binanın bahçeye sarkan bölümümden oluşmuş dikdörtgen bir alan var. Binanın oluşturduğu diğer dikdörtgen alanda ise sonradan eklenmiş bir mutfak bölümü var. Kirli sarı  eskitme andezit bloklarla kaplı zemini, hemen giriş boyunca üzerine yeşil renkli led’li  ışık şeritleri tutturulmuş  bambu ağacından yapılmış üstü açık sundurma ile geceleyin kerhaneyi andıran bir tarzı var. Tam bahçenin ortasında, giriş yolu üzerinde bulunan palmiye ağacı, zemindeki mermer blokları birbirinden ayırarak isyan etmiş bu oryantal düzene. Bahçenin sağ tarafına, diğer binanın duvarına paralel dizilen üstü kirden lekeden geçilmeyen örtülerle kaplı, ara sıra kedilerinde oyun alanı olan masaların sonunda,sırtını duvara yaslamış olan bar,  hayal ile gerçek arasında bir yerde duruyor.  Barın kullanıldığını hiç görmedim. Raflara dizili rakı ve muhtelif içki şişelerinin tamamı ya boş yada içi su ile doldurulmuş. Bar; bar olarak işlev görmesi düşünülerek yapılmış bir yerden  çok,  eskiden evlere yapılan Amerikan Bar modasının ardılı bir düşüncenin ürünü olarak, mekana görsel bir zenginlik katacağı düşünülerek yapılmış ama bu hali ile semtin tarihsel ve kültürel zenginliğine tezat kültürel bir sefaletin anıtı gibi duruyor. Solda, barın hemen karşısında bulunan mutfak binası ise evlere şenlik. Tam bir gecekondu.  Mimarisi ile yapı malzemeleri ile kısacası her şeyi ile ana binadan farklı,  bir zevksizlik anıtı gibi duruyor. Mutfak binasının mimarisi kadar içi de tam bir mezbelelik. Kirli, yemek artığı dolu  tabaklar,içleri ağzına kadar dolu küllükler,etrafa saçılmış yemek artıkları ve bunların aralarında özgürce dolaşan kediler.Otelin ön ve arka cephesinden de yol geçiyor. Her iki cepheden de otele giriş mümkün. Ön cephesinde bahçe bulunurken arka cephede ise otelden adımınız hemen attığınızda yola basıyorsunuz.Bahçe kısmından otele girişinizde sizi pimapenden yapılma sürme bir kapı karşılıyor. Kapıdan girer girmez hemen solunuzda üst kata çıkan merdiveni  görüyorsunuz. Hemen ilerde,  arka cephe giriş kapısının solunda, kapı kasasına sıfır yanaştırılmış resepsiyon masası, ortada ise deri kaplamalı, krem rengi kirden siyaha çalmış iki adet koltuk, zeminde ahşap döşeme üzerine atılmış eski bir kilim, kahverengi ahşap tavanda ise iki adet vitray lamba mevcut.

Otelin resepsiyonunda gündüzleri Yahya duruyor. Kendisi otelin ortaklarından, Diyarbakır’lı bir ağa çocuğu.Henüz yirmili yaşların ortalarında bir delikanlı. Kendisini Antalya’nın Alain Delon’u zanneden, bütün kızların kendisi ile olmaya can attığını düşünen  bir Kürt delikanlısı. Hafif kilolu,tombalak, yuvarlak yüz hatları, kısa sayılabilecek boyu ve jöle ile başının üst kısmında toplayıp dikleştirdiği saçları ile tam bir arabesk anıtı gibi duruyor. Ağa çocuğu olmasından olsa gerek kendine güveni tam, saygılı tavırlarının altından her an bir kabadayı fırlayacakmış gibi duruyor. Çat pat İngilizcesi ile sorsanız kendisi simültane çeviri yapabilecek kapasitede. Diyarbakır’ın boğucu geleneksel yaşamının basıncını burada rahatça deşarj etmenin keyfini sonuna kadar sürüyor. Bu keyif bir hemşerisinin ziyaretine kadar sürerken, hemşerisinin varlığında geleneksel kalıplara o kadar hızlı dönüyor ki şaşarsınız.

Geceleri ise resepsiyona  Apo bakıyor. Yahya ile aynı yaşlarda, o da Ağrı’lı bir Kürt delikanlısı. Yahya’nın aksine, Apo daha alt sınıflardan gelme,sıradan bir köy çocuğu. Kendine güvensiz ve biraz da ezik bir hali var. İnce kemikli yüzü, sivilce köklerinden pütür pütür olmuş hafifçe kızarık sivri burnu, incecik keskin gözlerini, uçları yanmışçasına kırık saçlarını kollarını boydan boya kaplamış jilet kesiği izleri tamamlıyor.  Oldukça sakin ve sessiz,  otel müşterilerine karşı bildiği yoldan olabildiğince nazik ve terbiyeli. Pek sağa sola çıktığı yok. Vakti de yok zaten. Bütün gece resepsiyonda durup, gündüzlerinin tamamını uykuya ayırıyor. Antalya onun için birkaç yüz metre ötede ki market ve otele gelen farklı uluslardan kadın ve erkek müşterilerden ibaret. Ama hemen yanı başında sokaklar cıvıl cıvıl. Kızlı erkekli delikanlılar sarmaş dolaş sevişiyorlar. O sadece kısacık şortlar giymiş genç kızların diri,dolgun bembeyaz baldırlarına,dekoltelerden fırlayan dolgun süt beyazı soğuk ülke kızlarının göğüslerine   utangaç bakışlar atmakla yetinmek zorunda. Buncacık şey bile onu derinden sarsmış gibi çekingen duruyor. Daha çok içe dönük yaşıyor gibi duruyor. Her şeyi isyanını, arzularını kendi içinde yaşıyor. İsyanını bile kendini jiletleyerek yaşıyor belli ki. Tıpkı Anayurt Oteli’nin işletmecisi Zebercet gibi.Her şeyi kendi içinde yaşıyor Apo.

Biz tekrar otelimize geri dönelim. Otelin giriş katında üç oda var. İlki, solda resepsiyonun hemen arkasında personelin dinlenme odası. Personel dediğim e bakmayın, yatılı bir tek personeli var otelin o da Apo. Birde sabah kahvaltısını hazırlayıp temizlik işlerine bakan bir kadın. Apo gündüzleri bu odada dinleniyor genelde. Sağda resepsiyonun karşısında bulunan diğer oda sanırım otelin en güzel odası.   Ancak bu oda da dinlenmek neredeyse imkansız. Hemen resepsiyonun karşısında olduğu için gecenin bir saatinde otelin olmazsa olmazı Yahya’nın yüksek volümlü sohbetlerini dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Üçüncü odaya mutfak ile aynı kapıdan giriliyor. Bu odaya her giriş-çıkışta mutfağın bedbaht manzarasını gören müşterilerin nasıl uyuduklarını düşünmek bile istemiyorum. Üst kata,  yürümekten eskimiş,uçları kalkmış halı kaplı ahşap merdiven  ve boyası solmuş ahşap trabzan yardımı ile çıkılıyor. Hemen merdivenin bitiminde yer alan ufak  kare salon, mekanla uyumsuz renk ve tarzda bir sehpa  üzerine gelişigüzel atılmış bir iki yabancı kitaptan oluşuyor. Odaların çoğu genellikle bakımsızlıktan dökülüyor. Duvarlar badanayı anımsatan beyaz bir boya ile boyanmış. Ancak beyaz boya kirlenmekten ve lekelerden artık  faklı bir renge doğru evrilmiş. Duvarlar üzerinde gelişigüzel döşenmiş, sağa sola sarkmış tv ve elektrik kabloları ile okul öncesi çocuğun resim çalışmasını andırıyor. Odadaki aksesuar sayılabilecek eşyaların ne kendi aralarında ne de oda ile hiçbir uyumu yok.  Daha önce yapılan boyaların lekelerini taşıyan bok sarısı kapılar,sağı solu çalışmayan, kapıları düşmüş elbise dolapları, çekmeceleri çalışmayan şifonyerler ile yıkanmaktan sararmış çarşaflar,yattığınızda sizi olmadık yerlerden dürten yatak yayları ile kendine özgü odalara sahip bu otel. Banyo ve tuvaletler ise rezalet. Kimi odaların banyo ve tuvaletleri o kadar biçimsiz ki; klozete oturduğunuzda çenenizin dibine kadar sokulan lavabo sayesinde aynı anda hem hacet giderebilirsiniz hem de rahatça kusabilirsiniz.Klozetler kirden sararmış, kapakları vidaların esaretinden kurtulmuş bir şekilde başlarına buyruk bir halde.Seramik derzlerinin arası pislikten sararmış en güçlü Domestosun bile baş edemeyeceği bir halde. Lavaboların altında açıkta bulunan gider borularının arasına temizlik süngerleri ambiyansı tamamlamış. Banyo fiskiyelerinin hortumları delik deşik, her yandan su fışkırtıyorlar, bu halleriyle bir banyo ünitesi olmaktan çok hidroterapi ünitesi gibi duruyorlar.

 Bunca olumsuzluğa rağmen otelde kalmaya devam ediyorum. Neden ?  Daha önce sözünü ettiğim Anayurt oteline benzerliği yüzünden. Mimari açıdan benzemese bile bende bu otel, Anayurt  Otelinin odalarında geziniyormuş hissi veriyor bana. Yalnızlık,tükenmişlik,bir sürü insanın hikayesini saklayan kir ve leke dolu duvarları, loş salonları ve en mühimi Grand Eken’in Zebercet’i Apo’su ile çekiyor beni bu otel. Zebercet,  karanlıklarla dolu beyninin odalarında gezinirken yaşamına bir cinayet ve intiharı sığdırarak isyanını noktalarken, Apo bu isyanını jiletle kolundaki deriye nakşediyor şimdilik.



Bu otel de kalmamın  diğer bir sebebi de insanın, isyanın, mücadelenin sabrın adı olan Mahir’dir. Sıkıntılı geçen uykusuz bir gecenin ardından, sabahın ilk ışıklarının vurduğu camı araladığımda karşı binanın açık penceresinden bana gülümseyen Mahir’den daha güçlü başka nasıl bir sebep olabilir ki? Her sabah Mahir’in o dingin, gözleriyle gülümseyen ve insanın içine kadar işleyen sakin kararlılığıyla uyanmak sadece o otelde konaklama gücünü değil hayata, yaşama daha sıkı tutunma gücü verdi bana. Günaydın Mahir.!

                                                                                                     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA