Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan / MELİNEE MANOUCHİAN

Soykırım mıdır diyelim? Yoksa tehcir mi? Ya da Büyük Felaket mi?  Bir zorunluluk muydu,  yoksa planlı programlı bir Türkleştirme programının soğukkanlılıkla uygulanması mı?  Osmanlının  “Millet-i Sadıka”  sı mı yoksa isyan eden bir millet mi? Kaç kişi öldü? Üç yüz bin mi, yoksa bir buçuk milyon mu?  “Onlar da öldürdüler ama”,   “biz Alman emperyalizminin  kurbanı olduk, soykırım filen bilmeyizlere” , ''Biz, Ermenileri, Almanların Yahudilere yaptığı gibi durup dururken kesmedik'' lere, “daha dün Karabağ’da kandaşlarımızı katlettiler” den “siyasiler  değil bırakalım tarihçiler çözsünlere”   uzanan bir insanlık ayıbının her 24 Nisan’da   –üstelikle ulusça neşe dolduğumuz 23 Nisan’ın hemen ertesinde  tekrarlanan,  insanlık adına tedirgin edici bir tiyatronun değişmeyen sahnesi ve oyuncularıyla  bitmeyen bir nefretin traji- komik  yansımaları.

Bu işi siyasilere bırakmak bir çıkmaz;  tarihçilere bırakmak ise daha büyük bir çıkmaz. Çünkü her tarihçi, tarihi kendini aklayan belgenin ucundan tutarak okuyor. Yapılacak en güzel şey yaşananları yaşayanların hayat hikayelerinde aramak, onların yaşamlarının sahifeleri arasında ne bir siyasi ne de  bir tarihçi olarak değil, insanlık ailesinin basit bir ferdi gibi yalın ayak mümkünse ruhen çırılçıplak bir halde dolaşmak, o yaşamlara dokunmak, koklamak,  hissetmek  ve onların acı dolu ruhi yollarında kendi vicdanlarımızın sesini dinleyerek  bir vicdan yolculuğuna çıkmak en insani tavır olsa gerek.

Misak ve Meline Manuşyan..beraberce paylaşılan,acı,sıkıntı ve mücadele dolu altı yıllık bir yaşamın ortaklaştırdığı,iki yetim.  Anadolu’nun dört bir yanında ebeveynlerini vahşetin kollarında bırakmak zorunda kamlı;  binlercesi gibi iki çocuk.  Misak’ın Adıyaman’da, Meline’nin ise İstanbul’da başlayan hayat yolculukları, toplu bir kırımın artığı olarak Fransa’da kesişir. Meline bu kesişmeyi      “ Öncelikle, ikimizde Birinci Dünya Savaşı yetimleriydik, ikincisi Ermeni’ydik; ve nihayet, benzer bir toplumsal çevrede doğmuş ve yaşamıştık,yani topluma ve toplumdaki adaletsizliklere dair tecrübemiz aynıydı.” (s.21) diye anlatır. Türkiye’den Suriye’ye oradan Yunanistan’a ve en nihayetinde de Fransa’da Nazilere karşı direniş saflarında birleşen yaşamlarının her evresinde Almanya vardır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ile müttefik olan Almanya’nın göz yumması, görmezden gelmesi  hatta kimi tarihçilere göre Yahudi soykırımının provasını Ermeniler üzerinde yapması;  hatta  Ermeni soykırımı esnasında Osmanlı ordusunun kilit noktalarında görev yapan Alman subayların Yahudi  soykırımının en önemli planlayıcıları olarak Nazi ordusunda önemli görevlerde bulunması ; tarihin bir cilvesi olsa gerek ki çocukluklarından beri bu iki yetimin hayatlarında Almanya’nın baskın etkisini olarak yerini devamlı korur. Meline bu etkiyi, “Türklerin Ermenilere karşı güttüğü bu politika ile kendi politikası arasında bağ kuran, Hitler’in ta kendisi değil miydi? Polonya’daki katliamların uluslar arası düzeyde kınanabileceği uyarısında bulunan danışmanlarından birine, Ermeniler katledildiğinde dünyanın kılı bile kıpırdamadı, diye karşılık vermişti arsızca! Misak Manuşyan’ın Nazizm’e duyduğu nefretin ve  onunla her yoldan mücadele etme iradesinin kaynağında da, yakınları ve kendisinden de öte,bir halkın yaşadığı tecrübe yatıyordu işte.” (s.49) diye ifade eder.

 Misak ve Meline Manuşyan’ın  önce yardım komitelerinde, Fransız Komünist Partisinde devam eden mücadeleleri, Naziler’in Paris’i işgal etmesi ile boyut değiştirir. Fransız direniş hareketi içinde silahlı bir hücrenin yöneticisi olarak bir çok sabotaj ve suikast eyleminde yer alır. Bir şair olmasına ve daha önce silahlı bir direniş faaliyeti tecrübesi olmamasına rağmen, oldukça soğukkanlı  bir o kadarda iyi planlandığı  eylemler sonucunda elde ettikleri başarı Nazilerin dikkatini çekmiş, etraflarındaki Nazi çemberi iyice daralmış, en sonunda da hücrelerinde bulunan bir arkadaşlarının ihaneti ile bütün hücre çökertilip tutuklanmıştır.
 
Misak Manuşyan ve yirmi üç arkadaşı Naziler tarafından mahkemeye çıkarılırlar;  mahkeme   onların pişmanlıklarını ilan etmelerini ve böylelikle bu pişmanlıkları üzerinde propaganda makinesini işletmeyi planlar ancak “ Manuşyan; önce Almanlara doğru dönerek:  “ Size söyleyecek hiçbir şeyim yok.Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım.Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim.Şimdi; rolünü oynama sırası sizde:Elinizdeyim.” Sonra,Fransızlara dönerek: “Fakat size gelince, sizler Fransız’sınız.Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık.Siz vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız,bise bu uyruğu hak ettik” der. (s.131) Mahkeme Misak Manuşyan ve 23 arkadaşını ölüme mahkum eder. “Karar ilan edildiğinde mahkeme başkanı onlara af dilemeyi düşünüp düşünmediklerini sorar. Bunun üzerine bütün yoldaşları Manuşyan’a dönüp kara ve derin gözlerinin içine bakarlar ve hap bir ağızdan “HAYIR” derler.” (s.131)  “Ardından,  kurşuna dizilmek üzere, Valerien  Tepesi’ne götürülürler. Calestino  Alfonso ve Manuşyan gözlerinin bağlanmasını kabul etmez; zira Misak Manuşyan, birkaç dakika önce yazdığı gibi “…güneşe ve güzelim tabiata bakarak…” ölmek istiyordur.


“Hayat zamanda değil, zamanın kullanışında var olur.”  cümlesini sık sık söyleyen  Misak Manuşyan 37 yıllık zamanını mücadele dolu bir yaşamla   “…güneşe ve güzelim tabiata bakarak…” noktalar.


Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA