Varoluşçuluk / JEAN - PAUL SARTRE
Sartre, bir öğretinin
anlaşılabilmesi için öğrencilerine ders anlatan bir felsefe öğretmeni gibi
“kuramları açıklarken bir düşünceyi iyi anlatmak için zayıflatır
onu,hafifletir.” (sf.80) Onu salt felsefe alanına götürmez…onu halka ulaştırmak
için, halkçılaştırır. “Kuşkusuz bu ulaştırmanın öğretiyi bozmaması şart”ı
ile.(sf.81) Elimizdeki kitapta bu mana da “Varoluşçu Felsefe”nin en temel
ilkelerinin içeriği bulanıklaştırılmadan hafifletilerek anlatıldığı temel
başvuru kitapları arasında, varoluşçu felsefenin alfabesi niteliğini hak edecek
türden bir kitap olma niteliğinde.
Önce insan yeryüzüne adım atar.Bu hali ile “insan daha önce
tanımlanamaz,belirlenemez; hiçbir şey değildir o zaman” (sf.39) Sadece “beşer”dir;
“yedi milyar bireyin şimdi de
yeryüzünde eylemde bulunduğu iki ayaklı canlı varlıktır. Bu haliyle dirim-bilim
yani biyolojinin konusudur”[i]
Bu durumda insanın yada Şeriati’nin deyimi ile “beşer”in
hayvandan farkı yoktur. Ancak daha sonra insan olacaktır. Dolayısı ile
“Varoluş, özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan
vardır; yani insan önce dünyaya gelir,var olur,ondan sonra tanımlanıp
belirlenir, özünü ortaya çıkarır.” (sf.39) Ancak var olduktan sonra “bir şey
olacaktır ve kendini nasıl tanımlarsa öyle olacaktır.” (sf.39) "Bu aşamadan
sonra insan sadece biyolojinin değil “şairin üzerine konuştuğu,feylosofun söz
söylediği,dinin ilgilendiği insan”[ii]
olacaktır. “Hayvanlar doğadan gelen içgüdülere sahiptir ve bunlarla
güdülürler . Kendileri kendi yaşam biçimlerini seçemezler.”[iii]
Yani bir seçme yetenekleri yoktur. Bir deniz kaplumbağasının yumurtadan
çıktıktan sonra kumsalda, denize doğru
yada karanın içlerine doğru gitmek konusunda bir seçim yapma şansı yoktur. O
ister istemez içgüdüsel olarak denize doğru hareket edecektir. Çünkü; “yapış
varoluştan önce gelmiştir.” (sf.38)
Oysa ; “insan, var olduktan sonra kendini kavradığı
gibidir,varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan sonra olmak istediği gibidir.
Kendini nasıl yaparsa öyledir yani”(sf.39) Kendi varlığının farkında olan insan
şöyle yada böyle kendi sınırlarını aşıp bir
“öz”e sahip olan insan; kendi özünü kendi yaratır. Kendi varlığının
sorumluluğunu da omzuna yükleyen insan yaptığı seçimle bir yandan “kendi
kendini seçerken” aynı zamanda bütün insanları da seçer. Dolayısı ile “olmak
istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de
tasarlarız.” (sf.41) Ancak bir seçim yapan insan, bir tercihe bağlanan insan
aynı zamanda bir bütün olarak insanlığı da seçtiğinden, o seçimin verdiği
sorumluluk duygusunun bunaltısını, iç sıkıntısını da yaşar. (Nasıl bir insan
olacağını tercih eden insan, aynı zamanda nasıl bir insan topluluğu içinde
yaşaması gerektiğini de seçer. Aslında bu tercihi ile de arzu ettiği insan topluluğunu
gerçekleştirme sorumluluğunu da üzerine alır. Bu sorumluluk bir bunaltı,sıkıntı
kaynağıdır.) Bu haliyle insan önceden belirlenmiş, donmuş bir tercihler silsilesi üzerinde yürümez,
yeryüzüne düştüğünde ne önünde ne de arkasında onu haklı, suçsuz kılacak bir
rehber vardır. O özgürdür ve yeryüzüne düştüğünde seçimini yapar ve kendi özünü
oluşturur. Dolayısı ile insan seçimini yaparken özgürdür ancak seçimlerinden de
sorumludur.
Nereden çıktı?
Hemen hemen bütün modern felsefi akımlar gibi Varoluşçu felsefe
de siyasal, toplumsal buhranların, ait olduğu çağın düşün adamlarının
zihinlerinde yarattığı kargaşayı düzenleme,tasnif etme, anlama ve anlamlandırma
çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Özellikle coğrafi keşifler ve
Sanayi Devrimi ile birlikte toplumsal, siyasal yaşamdaki ağırlığını kaybeden
Katolik Hıristiyan köktenciliğinin terk ettiği alanı,çağın ruhuna uygun ve ait
olduğu çağın üretim ilişkilerine cevap verebilecek reformist bir Hrıstiyanlık
ile doldurmak, yeni üretim ilişkilerine uygun olarak, toplum din ilişkilerinin
laik bir eksende tanımlama çabaları, bireyin ve bireysel özgürlüklerin girişim
hürriyeti çerçevesinde yeniden tanımlanması;
yaşam, ölüm ve sonrası gibi
Hıristiyanlık inancının doldurduğu ancak etkisinin zayıflaması ile boşalan
alanları yeniden tanımlamaktır. Bu boşluğu doldurmak üzere ortaya çıkan bu
akımların da ortak özelliği buhranı tanımlamak ve bir çıkış yolu bulmaktır. Bu
dönemin modern düşün adamlarının çoğunda olduğu gibi Varoluşçu felsefenin öncüllerinden
sayılan Kierkegaard’da ve diğerlerinde
de asıl hedef Hrıstiyanlıktır. Kierkegaard, din ve Tanrıyı tamamen bireysel bir
konu olarak değerlendirir, bu yönde giderek sistematik felsefenin bireyi göz ardı
eden bütüncüllüğünü de reddederek; felsefesinde
bireyi merkeze alır.
Varoluşçuluk asıl çıkışını,bilinirliğini II.Dünya Savaşı
sonrasında, Sartre ile yapmıştır. Savaş dolayısı ile parçalanan toplumsal yapı; yalnızlaşan,
tehdide açık hale gelen birey; bozulan toplumsal doku sebebi ile mutsuz,huzursuz,tedirgin insan topluluklarının
bütün hesabı topluma ve toplumsal hareketlere kesmiş olduğu bireysel bir çıkış arayışıdır Varoluşçuluk.