Sınıflar,Karneler ve Çocuklar...
Sıcak geçeceği her halinden belli bir günün hemen öğlen
öncesi; saat on buçuk civarı. Okul bahçesi sağa sola koşturan,
bağıran,çağıran,hoplayan,zıplayan, kantin önünde “kamu spotlarında” zararları
üzerine bir dünya söylev çekilen zararlı yiyecek,içecek kuyruğunda sabırsızca
birbirini itekleyen,normalde çocuk arsızlığının bütün tatlılığıyla birlikte
bitmek tükenmek bilmeyen
isteklerinin ebeveynlerde yarattığı
bunaltı, mızmız etek çekiştirmelere, ağlayıp sızlamalara etrafa rezil olmanın,
görmemişlik damgası yemenin huzursuz sinirliliği ile silkelenen çocuk
görüntülerini görmeye alışık gözlerime
rağmen, bugün özel günün yüzü
suyu hürmetine olsa gerek bir dediği iki edilmeyen, sinirle silkelenmeyen
çocukların rengarenk şekerlerle,türlü türlü doritoslarla,krakerlerle ve
çikolatalarla dolu elleri sıcak havanın katılığında mutluluk resimleri çiziyor.
Anneler; her biri önemli bir karar öncesi kulis yapan usta
siyasetçiler misali, yandaşlarını,aynı karede yan yana görünmekten mutluluk
duyacaklarını etraflarına toplamış,öbek öbek olmuş bir şekilde kafa kafaya
vermiş hararetli hararetli konuşurlarken bir yandan da hemen hemen hepsi
taktıkları kapkara güneş gözlüklerinin sağladığı rahatlıkla göz göze gelip
yakalanmayacaklarından emin bir eda ile rakiplerini alttan alta kesmekten de geri durmuyorlar.
Oldukça heyecanlılar; sanırsınız ki seremoni, bu ufacık, yerinde duramayan afacanlar için
değil,pekmez kazanı gibi devasa kalçaları, üst üste binmiş şamriyel misali
göbekleri , örtecek ayıpları fersah fersah aşan
löp löp etleri ile erkek libidosunu sersefil yerlerde süründüren bu
kadınlara verilecek.
Ömrü hayatında büyük bir ihtimalle bir kitabı sonuna kadar
bitirme azmi gösterememiş; komşunun
perdesi,Suzan Hanım’ın koltuk takımı,
Ayşe Hanım’ın yakışıklı kocası, Perihan’ın porselen yemek takımı üzerine
yaptıkları tartışmanın ötesinde dişe dokunur hiçbir şey tartışmamış,eline
aldığı gazetenin magazin sayfalarından başka bir sayfasına
bakmamış,televizyonda evlilik programları ve vur patlasın çal oynasın eğlence programları
dışında hiçbir şey seyretmemiş olan bu kadınlar değilmiş gibi, çocuklarının
eğitim yılı sonu törenlerine kendilerinden beklenenin ötesinde dikkat ve özen
gösteriyorlar. Sanırsınız ki bütün günlerini,
kızıştıklarında sırt üstü yatıp kocalarının
bacak aralarına arsızca dalmalarının verdiği o hayvani hazzın dışında,
çocuklarının eğitim hayatı üzerine verdikleri o onulmaz çabalarının karşılığını
almanın verdiği hazlarla dolduruyorlar. Oysa ne yazık ki o haz,istisnalar hariç
bir çoğu için evlilik hayatlarında kızıştıkları anın mutluluk çubukları ile
soğurulmasının verdiği anlık hazzın bir benzeri olarak, çocuklarının karnelerinde ders hanelerinin
karşısındaki tamamı beş numaralı notların verdiği haz gibi anlık ve geçicidir.
Ya çocuklar..o rengarenk türlü türlü çiçekler gibi canlı
yaşamın taze pınarları. Devlet adı verilen mahir bir cerrahın eli altında, ameliyat masası üzerinde,ağır bir narkoz
eşliğinde her sene tekrarlanan ağır bir eğitim dönemi boyunca süren yorucu bir ameliyatın sonrasında geçirecekleri
ve yaz boyunca sürecek bir nekahet
döneminin heyecanından başka bir ifade
göremezsiniz yüzlerinde. Hepsi birden bir dönem boyunca süren ameliyatın yüzlerinden koparıp aldığı canlı, taptaze
renklerin bıraktığı ölü solgunluğundan kurtulup, çocuk cıvıltısının canlı
renklerine yeniden kavuşmanın heyecanı içerisinde.
Ne yazık ki devlet denilen cerrah, mahir bir bahçıvan gibi bahçesinde
yetiştirdiği türlü türlü rengarenk çiçeklerin,kurumuş, solmuş, cansız kalmış
yapraklarını budayıp, tuzlanmış toprağını havalandırıp daha gür ve
canlı,gökkuşağının bütün renkleri ile dolu çiçekler yetişmesinin önünü açmak
yerine; elinde öğretmen denilen alet çantası ile bu taptaze gencecik çiçeklerin
en canlı yapraklarını budayıp soldurmak için her yıl müfredat denilen yeni
yöntemler keşfetmek derdinde.
Neyse ki bu yıllık eziyet bitmek üzere. Askeri nizama uygun sınıf sınıf sıraya
dizilen öğrenciler, hoparlörün sert ve
buyurgan uyarılarına rağmen, yola gelmez uğultularla, kaynamalarla
canlılıklarını her şeye rağmen koruyorlar. Uzun ve sıkıcı konuşmaların
ardından, sert ve buyurgan bir emirle minicik elleri hazır ol vaziyetinde
bacaklarına gergince yapışan çocuklar, bir yandan da alttan alta arkadaşlarına
tekmeler savurarak rahat durmamakta kararlılar.Karneler dağıtılır; hepsi beş.
Anneler kendi pişmanlıklarını çocuklarının beşlerle dolu karneleri ile
rehabilite edip, gururla yanak yanağa pozlar verdikten sonra heyecan biter;
hayat yavaş yavaş normal psikolojik mecrasına,gündelik hayatın seline kendini
her zamanki alışkanlığı ile bırakır.
Zorlu sentır’ dayız; karne sonrası ilk rehabilitasyon
denemesi için. Ben “sentır” diyerek okunduğu şekli ile telaffuz ettikçe oğlum;
“baba sentır değil; center “ diye beni defalarca uyarıyor. Nasıl anlatılır ki; bilmiyorum;
Memleket Türkçesi’nin Center ile imtihanı? Genişçe açık bir alanda kurulu çocuk parkı
normalde devasa kulelerinin yüksekliğine kadar ulaşan çocuk cıvıltıları ile
dolu olması gerekirken oldukça tenha ve sessizlik içerisinde. Anlaşılan devasa
mimarisi ve lüks mimari donanımı ile
yurdum orta sınıfını ezip korkuttuğundan, ürken memleket ahalisinin kahir
ekserisi buraya gelmekten imtina ediyor. Zaten buranın müdavimleri de halkın
burayı dolup taşırmamasından şikayetçi de değiller gibi. Böylelikle cilalı kabuklarının
ötesinde hiçbir özelliği olmayan büyük burjuvazimiz “halkın taşıdığı
bayağılıklardan”! uzak steril bir ortamda Boğaz havası alma imkanına sahip
oluyor. Etraf, Paris modasının bütün
ürünlerini , Boğaz havasının esintisine karşı kalkık burunları ile podyumdaymışçasına sergileyen hanımlarla
dolu . Çocuklar ise giydiklerinin pahasına değil, arkadaşlıkların sıcaklığına
sığınmış,bütün ekonomik farklılıklarına rağmen aynı dili; “çocukların dilini” konuşuyorlar.
Bütün bu düşünceler kafamda birbirlerine yer açmaya
çalışırken; ileride gerilmiş bir ağın
üzerine çıkıp inemeyen bir ufaklığın çaresiz gözleri ilişiyor gözlerime. Annesi
tombul, kısa boylu ama kibiri kulelerin boyunu aşmış, pahalı ipekten bir zırh
ile ağa ulaşmaya çalışıyor. Gidip çocuğu ağ üzerinden indirip,annesinin
kucağına bırakıyorum. Annesi bırakın teşekkür etmeyi, bir göz temasından bile kaçınarak
hemen arkasına dönüyor; sinirlerim bozuluyor.
-Hanımefendi bu kadar kibirli olmak için ne tüketiyorsunuz?
Diye soruyorum.
Kadın ne cevap
vereceğini şaşırmış bir vaziyette ama kibrini iyice kalınlaştırarak yüzüme
bakıyor.
Ben;
-Hanımefendi bu kadar kibirli olmak için ne tüketirseniz
tüketin ama sizde benim gibi tükettiğinizi “bok” olarak çıkartıyorsunuz!
Diyorum, kadın hızla söylenerek arkasını dönüp uzaklaşıyor.
Oğlum tartışmaya kısmen şahit olmuş ama bir anlam verememiş
yüzü ile şaşkın şaşkın, soru dolu gözlerle bana bakıyor. Ortamın sınıfsal
farkının ayırdına varmış olacak ki;
-Baba, bunların hepsi zengin mi? Diye soruyor.
Ben;
-Evet,diye cevaplıyorum.
-Peki baba bunlar zenginse biz neyiz, diye soruyor bu sefer
oğlum.
-İnsanız oğlum,insan!