Tut Şunun Ucundan Yaşayalım Abi… (1)

İnsanoğlu hayat yolculuğunda hep yalnızdır. Bu yalnızlık;  kelimenin alışılagelmiş manasından uzak tuhaf bir yalnızlıktır: kalabalıklar içinde yalnızlık. Etrafında kendi türünden olan olmayan onca varlığın koşuşturması, tozu dumanı, ayak sesleri ve uğultusuna rağmen yine de yalnızdır. Çünkü bu koşuşturmaca da herkes kendi rekorunun, kendi madalyasının peşinde koşar. Sadece ilk üçe giren yalnızlıktan kurtulur. Kendilerine tahsis edilmiş kürsünün numaralı basamakları üzerinde, kendilerini  alttan, aşağılardan seyreden kalabalıkların hayranlık ve imrenme  dolu bakışları arasında yaşadıkları sarhoşluğun esrikliği ile anlık bir kurtuluş yanılsamasıdır bu.  Bu yanılsamanın sürekliliği o numaralı kürsünün  üzerindeki konumun sürekliliğine bağlıdır  ki bu konumun sürekliliğini  temin etmek;  oldukça meşakkatli, zor,  eziyetli ve bir o kadar da yalnız yaşanılacak bir süreçtir.Çünkü kürsünün hemen altında, sırasını bekleyen,  o numaralı kürsüye tutunmaya çalışan onca kaybetmiş, tutunamayan vardır ki yalnızca bu durum bile ürkütücüdür. Tam anlamıyla mahkumiyettir bu, tıpki hayat gibi.

  İnsanoğlunun yaşam serüveni iki yalnızın, iki farklı tutunamayanın bir araya getirilmesi yada gelmesi ile başlar. Geleneklerin baskısı, aile denen minik devletçiklerin hegemonyası, devletin bireylerin yaşamı ve bedeni  üzerinde dikta kurma sevdası  ile harmanlanan ortamda;  erkeğin kadını kuluçka makinesi, kadının da erkeği damızlık öküz olarak gördüğü bir birleşme, bir araya geliş insani olmaktan çok fonksiyonel,  Fordist bir ilişkiye tekabül eder. Başından  sonuna  kadar kurgulanmış, programlanmış olan  bu ilişki; sevgiye, bağlılığa tutunmaktan çok, yasalara ve geleneklere tutunmuştur. İki yanlış bir araya gelmiş bir  doğru etmemiş ,bilakis  iki yalnız bir araya gelerek daha büyük bir yanlışa kaynaklık etmiştirdir.  Bütün hikaye buradan sonra başlar zaten.Her fonksiyonel ilişki kendinden beklenen fonksiyonları yerine getirmekle  mükelleftir. Bazen bu mükellefiyetin baskısı, bazen barutun ateş alması, bazen fizyolojik, bazen biyolojik çokça da  endokrinolojik etkilerle raydan çıkan lipidonun taşkınlıklarına boyun eğen iki cinsin, şehvetin hayvani tutsaklığına boyun eğişleri ile başlar serüven.Bu sefer birincilik kürsüsüne iki cins birden çıkmıştır.İkisi de bir yanılsama içindedir. Şehvetin ateşi söner ve birincilik kürsüsünden geriye sadece bir kül yığını kaldığında herkes yine kendi yalnızlığına çekilir.


Şehvetin küllerinden filizlenen, boy veren  insanoğlu, bütün enerjisini , o birleşmenin şehveti ile ölçüsüzce heba ettiğinden olsa gerek dünyaya düştüğünde tutunmakta zorluk çeker hayata. Oysa dünyaya adımını tiz bir çığlık atarak duyuran insanoğlu,şehvet süreci ile dünyaya gelişi arasında geçen sürede ortaya koyduğu mücadele azmini, engeller karşısındaki direncini,pes etmezliğini,başarmaya odaklı atılganlığını,milyonlar arasında birinci olmaya, ipi en önde göğüslemeye yönelik azmini çarçabuk unutup,o sürece ilişkin bütün anılarını, bütün hafızasını uterusta bırakıp gelir dünyaya. Kimileri bu tedbirsizliği, insanoğlunun ilk ve en büyük yanılsaması olarak ele alıp,insanoğlunun yada insankızının  dünyaya geliş mevzuunu geçici bir görev olarak algıladığı, bu sebeple seyahat planını dönüş üzerine kurup, biletini çift yönlü,gidiş – gelişli olarak aldığından bahseder.Ama dönüş biletinin tüm uçuşları olumsuz hayat şartlarının uçuşa izin vermemesinden dolayı süresiz olarak kapalıdır.Hayat alanının çek in(check-in)   bankoları arasında umutsuzca uterusa  koltuk rezerve etmeye çalışan insancıkların tek seçenekleri vardır. O da hayat denilen anonim şirketin promosyon olarak yolculara sunduğu tek seçenekten faydalanmak; Ana Kucağı…......

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

On İki Gezici Öykü / Gabriel Garcia MARQUEZ

Hemşinli Yüzyılı

Milena'ya Mektuplar / FRANZ KAFKA